Kemal Budak ve İsa Hafalır, Gülen cemaatinde ezoterizm ve Gülen'e yüklenine Mesihlik veya Mehdilik anlayışı konusunda sohbet ettiler.
Kemal Budak ve İsa Hafalır, Gülen cemaatinde ezoterizm ve Gülen'e yüklenine Mesihlik veya Mehdilik anlayışı konusunda sohbet ettiler.
5 Yorumlar
Adet olduğu ve sanırım açıkça taraf olduğum üzere, söyleşide geçen bazı yorumlara — beni ilgilendiren kısımlara — yine eleştirel olarak değineceğim.
YanıtlaSilÖrneğin, Bediüzzaman’ın “İçtihad kapısı açıktır ama altı mani vardır” sözüne hafif bir eleştiri getiriliyor. Eleştirinin kısmen haklı yönleri bulunsa da, bu sözde kasdedilenin yeterince açıklanmadığı kanaatindeyim.
Hatta bu anlaşılmamanın bir nedeni, bakış açısının kendisi olabilir — ve bu bakış açısı da zaten sözü edilen maniler içinde yer alan bir düşünme biçiminin sonucu olabilir.
Ben burada bir çelişki görmüyorum. Aksine, teorik-pratik ayrımı yapılıyor: “Teorik olarak kapı açıktır, ancak mevcut şartlar altında pratikte işlerlik kazanmaz” demek, bir çelişki değil; ayrıntılandırma ve istisna koşullarını belirleme meselesidir.
Bu sözün 1940’lar (tarih konusunda emin değilim) bağlamında söylenmiş olması ve daha sonra farklı bağlamlarda da aynı şekilde tekrar edilmesi elbette meşru bir eleştiri konusu olabilir. Ancak bu sözün geçerliliği, onu kullananların durağan olup olmamasından bağımsızdır. Asıl mesele, eleştirinin belki de esas noktayı ıskalama ihtimalidir.
Bana göre esas soru şudur: Bediüzzaman’ın tespit ettiği şartlar bugün hâlâ geçerli midir? Eğer geçerliyse, burada bir durağanlık söz konusu değildir. Hatta bazıları, bu şartların bugün daha da ağırlaştığını ve belirginleştiğini savunabilir. Eğer geçerli değilse, zaten şartların değişmiş olduğu sonucuna varmak gerekir.
Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken başka bir mesele var: Bu şartların neye ve kime referansla, hangi çerçeveden hareketle tespit edildiği sadece teorik bir soru değildir. Zira Bediüzzaman’ın “zaruriyatların tezelzülü”, “felsefe-i tabiiyenin akla körlük vermesi” ya da “hak-batıl ayrımının bulanıklaşması” gibi teşhisleri, belirli bir değer ve anlam çerçevesinin ürünüdür. Bu çerçevenin dışından bakan birinin, söz konusu manileri değerlendirirken objektif olması zorlaşabilir — çünkü o bakış açısı, belki de sorunun tanımlanmasında rol oynayan unsurlardan biri olabilir.
Bu bağlamda, içtihad kapısının pratikte kapalı olmasının bugün neyi, ne ölçüde ve kimler için engellediği; ve daha da önemlisi, bu engellemelerin hangi perspektiften “engelleme” olarak görüldüğü açık biçimde ortaya konmalıdır ki, eleştirinin yerindeliği sağlıklı şekilde değerlendirilebilsin.
Kısacası: Benim açımdan sorun, sorgulamanın kendisi değil; “Bu kapının kapalı olduğunu öne süren şartlar hâlâ var mı?” sorusunun gözden kaçırılmış olma ihtimalidir.
YanıtlaSilBununla birlikte, "İçtihat kapısı açıktır ..." sözüne dair, bu ifadenin kendisinin de bir içtihat olduğuna yönelik ince ama sanırım kurnazca bir eleştirel yorum da yapılıyor.
Ancak bana göre burada, içtihatta bulunan kişinin Ahmet veya Mehmet değil; içtihat edebilecek seviyede biri olduğu varsayılırsa, ortada bir çelişki kalmaz. Tabii, bu da bireysel bir yorumdur ve nesnel bir ölçüte değil, yoruma dayalı bir kabule dayanır.
Cemaatler, tarikatlar, ezoterizm, mehdilik ve kıyamet alametleri gibi başlıklar altında dile getirilen eleştirilerin birçoğuna (nurcu gruplar dahil) ben de katılıyorum. Bu konuda dengeli bulduğum bir makalenin linkini de aşağıda paylaşıyorum.
Ayrıca bu eleştiriler, sadece Batılı referanslara değil; İslam düşüncesi içinde de farklı isimler altında çok önceden dile getirilmiştir. Bildiğim kadarıyla, bu konuda İbn Teymiyye'nin görüşleri oldukça serttir. İmam Gazali ve Bediüzzaman da benzer eleştirilerde bulunmuştur. Genel olarak, medrese–tekke ayrımının bu tartışmaların temelinde yer aldığı da söylenebilir.
Üzücü olan bu sorunların hala devam ediyor olması ve insanların yeri geldiğinde eleştirel olamaması yani bir bakıma silikleşmeleridir. Bilindiği üzere Hz Peygamber' e (s.a.v) bile sahabeler haklı veya haksız muhalefet etmiş ve sorgulamıştır. Örneğin Uhud savaşında, Hudeybiye anlaşmasının şartlarının ağırlığı hususunda vb. Ama nedense bunlar örnek alınmıyor.
https://www.iikv.org/assets/uploads/files/Muceddidlik-ve-Bediuzzaman-Colin-Turner.pdf
Okunurluk eleştirilerine dair:
YanıtlaSilÖncelikle, okuma alışkanlığı özellikle içinde yaşadığım toplumda, güçlü bir kültürel refleks değil. Yani sorun yalnızca Risale-i Nurlar'a özgü değil. Mevlana'nın Mesnevi'si, Gazali'nin İhya'sı, hatta nitelikli tarih, felsefe ya da siyaset kitapları bile yaygın biçimde okunmuyor. Bu, birçok eserin karşılaştığı ortak bir mesele.
Bu nedenle okunurluk verileri, belirli koşullarda fikir verebilir; ancak bu verilerin doğrudan bir "değer ölçütü" olarak yorumlanması yanıltıcıdır. İstatistiksel bir değerlendirme yapılacaksa, bu daha dar bir çerçevede, yani okuma potansiyeli olan kesim içinde yapılmalı.
Kaldı ki bir eserin herkes tarafından okunmaması, onun yetersiz ya da başarısız olduğu anlamına gelmez. Bunun ardında dilin ağırlığı, siyasi önyargılar, akademik dünyadaki seküler tercihler ya da farklı yönelimler gibi çeşitli etkenler olabilir.
Örneğin Mevlana, Batı'da oldukça popüler; fakat bu popülerlik, onun düşünce dünyasına duyulan ilgiden çok, modern spiritüel akımların metinlerini yeniden yorumlamasıyla ilgili görünmektedir. Gazali de Batı'da daha çok felsefi yönüyle tanınır; İhya gibi tasavvufi metinleri ise sınırlı bir ilgi görür. Bu da gösteriyor ki okunurluk, çoğu zaman içeriğin niteliğinden çok başka faktörlerle şekillenmektedir.
Dil meselesinde ise doğru ya da yanlış Bediüzzaman bilinçli bir tercih yapmış görünmektedir. Onun için dil sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir anlam dünyasıdır. Eski kelimelere ve kavramlara yer vermesi, Kur'an diliyle bağ kurma ve yaşatma arzusundan kaynaklanmaktadır. Dilin bir kültürü beslerken diğer yandan kültürel değerleri sonraki nesillere aktardığı bilinen bir gerçektir. Bu tercihi bazı okuyucular zorlayıcı bulabilir; ancak bu, göze alınmış bir risktir.
Bir rivayete göre, Necip Fazıl gibi bir kelime ustasının sadeleştirme ve geniş kitlelere ulaştırma teklifini aracılar üzerinden reddetmiştir. Anlaşılan, amacı kitle değil; nitelik, çaba ve disiplin temelli bir muhatap kitlesiydi.
Dolayısıyla bir metnin zor anlaşılması ya da belli bir dil seviyesinde yazılmış olması, onu eksik ya da değersiz kılmaz. Bu tarz metinleri yorucu veya itici bulmak kişisel bir tercihtir, ancak bu tercih, eserin değeri konusunda nihai ölçü olmamalıdır.
Bu durumun doğal bir sonucu olarak, bireysel okumaların yanı sıra birlikte değerlendirme ve anlatma kültürü gelişmiştir. Anlatan kişinin yorumlarının metne karışma riski olsa da, bu eksik; okuma, paylaşım ve kavrayış etrafında şekillenen bu yapının artılarını gölgelememesi gerekir. Okuma kültürünün zayıf olduğu bir toplumda böyle bir yapının ortaya çıkması, takdir edilmesi gereken bir özelliktir.
YanıtlaSilYine de bu ortamda "taklidi okuma" tarzında hatalar da olabilmektedir—yani metni sorgulayıcı değil, takip edici bir tutumla okumak. Bediüzzaman zaten bu meselede uyarmıştır.
Katılabileceğim bir başka eleştiri: Bazı mensuplarının, eserlere gereğinden fazla anlam yüklemesidir. Kalbe doğan mânâlara ilham; belirli bir gayret, himmet ve meleke sonrası kalbe doğan mânâlara ise sünuhat, tuluat ya da ihtar denmektedir. Ancak bu tür ilhamlarda temel ölçü daima şeriattır. Şeriatla doğrulanmayan ilhamlarla amel edilmez.
Bediüzzaman eserleri için "umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur'an'ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur'aniyedir" dediği halde bu uyarıların pratikte gerçekleşmediği görülebilmektedir.
"Milyonda bir kişi ancak okuyor" gibi ifadeleri ise açıkça abartılı buldum. Sınırlı olduğu söylenen okur kitlesi bile birdenbire ortaya çıkmamıştır. Çoğu, yazarın düşünce dünyasına yakın insanlardan oluşsa bile yazarın başkalarını kendi düşünce alanına dahil etmesi ve etkilemesi büyük bir başarıdır. Kaldı ki Risale-i Nurlar, mensuplarının çabasıyla birçok dile çevrilmiş, ülke içinde ve dışında az ya da çok karşılık bulmaktadır.
Yine haklı olarak "kraldan fazla kralcılık," gına gelme anlamında eleştiriler yapılmıştır. Bu anlaşılır bir his olmakla birlikte, eğitimli insanlar için kesin bir mazeret olmamalıdır. Tersine, bu hissiyata rağmen hem eleştiri yapmalı hem de dedikoduyu aşmaya çalışmalı, öne sürülen düşünceler titizlikle anlaşılmaya çalışılmalıdır.
Bu bağlamda ilginç bir durumu da örnek vermek mümkün: Mesela bu tür platformların trafiği az, yorum sayısı sınırlı, düşünce yazılarından çok siyasi ya da skandal tarzı yazılar daha çok ilgi görüyor. Ve bazı ziyaretçiler aylardır aynı konu işleniyor şeklinde yorum ya da tepkilerde bulunabiliyor. Eğer "okunurluk" gerçekten bir gösterge olacaksa, bu platformun da paylaşımları aynı mantıkla değersiz sayılabilir. Ama kimse bunu söylemiyor—çünkü biliyoruz ki okunurluk, eserin ya da paylaşımların değerinin tek göstergesi değildir.
YanıtlaSilAhirzaman Hadiseleri Üzerine:
Bediüzzaman, ahirzaman ile ilgili hadislerin, tıpkı Kur'an'ın müteşabih (benzetmeli, yoruma açık) ayetleri gibi muğlak ve derin manalar taşıdığını savunur. Ona göre bu hadisler, kesin hükümler içeren muhkemat gibi doğrudan tefsir edilemez; aksine, ancak meydana geldikten sonra tevilleri (gerçek anlamları) tam olarak anlaşılabilir.
Bu tevil anlayışını desteklemek ve hadislerin zahiri ile vakıa arasındaki uyumsuzlukları gidermek üzere beş temel ilke ortaya koymaktadır:
1. İmtihan Sırrı:
İman ve teklif (sorumluluk), hür irade dairesinde bir imtihan, tecrübe ve müsabaka olduğundan, perdeli ve derin, tetkik ve tecrübeye muhtaç olan teorik meseleler apaçık olmaz. Herkesin ister istemez tasdik edeceği derecede zaruri (kesin) bilgiler hâlinde sunulmaz.
2. Gaybın İcmal ve Tafsili:
Peygamber Efendimize bildirilen gaybi (bilinmeyen) konuların bir kısmı tafsilatlı (ayrıntılı) bildirilir ve bu kısma bir tasarruf karışmaz. (Kur’an ve Hadis-i Kudsi’nin muhkematı gibi).
Diğer bir kısmı ise icmal (kısaca, özet) ile bildirilir; tafsilatı ve tasviratı (betimlemesi) ise O’nun içtihadına havale edilir. İmana girmeyen kâinat olayları ve gelecekteki hadiseler bu kısma dâhildir. Bu kısımda Peygamberimiz (a.s.m.), teklif sırrının hikmetine uygun olarak belagatiyle (etkili söz söyleme sanatı) temsiller suretinde tafsil ve tasvirde bulunur.
3. Halkın Telakkisi ve Hususi-Külli Ayrımı:
Teşbihler ve temsiller suretinde rivayet edilen bir kısım hadisler, zamanla halkın nazarında hakikat gibi algılanmış; bu durum, hakikat oldukları halde vakıa ile söylenen arasında uyum (mutabakat) görünmemesine yol açmıştır. (Örn: Sevr (öküz) ve Hut (balık) tasavvurları).
Bir kısım hadisler, İslamların çoğunluğu, İslam hükümetinin veya hilafet merkezinin bakış açısıyla söylendiği halde, genel dünya ehlini kapsıyor zannedilmiş; yani bir cihette hususi (özel) olduğu halde, külli (genel) olarak telakki edilmiştir.
4. Gaybın Hikmeti:
Birinci madde ile bağlantılı olarak, ecel ve ölüm gibi gaybi hususların pek çok hikmet ve maksatla gizli kalması gibi, dünyanın sekeratı ve mevti (ölümü) olan kıyamet dahi birçok maslahat (fayda) için gizlenilmiştir.
Muğlaklık Sebepleri: Bu hadislerin muğlaklığına sebep olan bazı alt nedenler şunlardır:
-Rivayet edenlerin kendi hükümleriyle hadis kelimelerinin karışması.
-Şahıs fikrinin, cemaat fikrine kıyasla daha çok gelişmesi ve bunun, hadislerde o şahıslardan çıkacak şekilde tasvir edilmesi.
-Ahirzaman şahıslarının ve dönemlerinin farklı olduğu halde birbirine iktibas edilmesi (karıştırılması).
Bu açıklamaların ardından, Bediüzzaman, konu ile ilgili 23 rivayetin tevilini yapar.
Örneğin:
"Deccal'ın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür" rivayeti için iki farklı tevil sunulur:
-Coğrafi Tevil: Kutup bölgesinin özelliklerine atıfla, büyük deccalin kuzey tarafından çıkacağına işaret ve ihtimal verilir. Zira Kuzey Kutbu'nun mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür.
-İdari Devir Tevili: Buradaki "gün" tabirinin kronolojik zaman değil, "idari devir" ya da "istibdat devresi" ve bunun etkileri anlamına gelebileceği yorumu yapılır. Birinci günde 300 senelik icraatların bir devrede yapılması; ikinci günde 30 senelik bir icraatın bir senede yapılması... gibi yorumlarla son günün durağan bir dönem olacağına işaret edilir.
Bir diğer örnek:
"Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve hârikulâde bir eşeği vardır." ifadesi, modern zamanın haberleşme ve seyahat araçları üzerinden tevil edilir.
Bütün dünyanın işitmesi iletişim araçlarına (radyo vb.), kırk günde dünyayı gezmesi ve eşek tabirleri ise seyahat araçlarıyla ilişkilendirilir.
(Orijinal metinden kısaltılarak, sadeleştirilerek ve yer yer olduğu gibi alınarak hazırlanmıştır.)