"Şimdi gördünüz mü o içtiğiniz suyu? Onu bulutlardan siz mi indiriyorsunuz, yoksa biz mi?" (Vâkıa, 68-69)
Yerden Çıkan Bir Ayet
Rivayete göre, Hz. İbrâhim’in Mekke’ye bıraktığı eşi Hâcer ile oğlu İsmâil’in su ve erzakları tükenince, Hâcer su aramak üzere Safâ ile Merve tepeleri arasında gidip gelmeye başlamıştı. Yedi defa bu tepeler arasında koşmuş, Merve’deyken oğlunun yanından bir ses işitmişti. Oraya yöneldiğinde Cebrâil’in toprağı kazmasıyla suyun fışkırdığını görmüş; çıkan suyu avuçlarıyla biriktirmeye çalışarak Allah’a şükretmişti.
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurur: “Allah İsmâil’in annesine rahmet etsin; eğer suyun önünü kesmeseydi, zemzem akar bir nehir olurdu.” (TDV İslam Ansiklopedisi)
Değer mi, Fiyat mı?
Su, insanlık tarihi boyunca yaşamın en temel unsurlarından biri olmuştur. Bugün hâlâ Afrika’nın kimi bölgelerinde suya erişim için benzer mücadeleler yaşanırken, modern toplumların suya erişimi neredeyse zahmetsiz bir ayrıcalık hâline gelmiş, hatta ekonomi biliminin temel bir sorusuna dönüşmüştür: Elmas-su paradoksu.
Değer Paradoksu, ekonomi teorisinde önemli bir yer tutar. Adam Smith bu soruyu gündeme getirerek, değerin nereden kaynaklandığına dair temel bir tartışmayı başlatmıştır.
Modern ekonominin cevabı iki kavrama dayanır: bolluk-kıtlık ve marjinal fayda. Su genellikle bol miktarda bulunur, elmas ise son derece nadirdir. Bir şey ne kadar nadir olursa, ekonomik değeri o kadar yükselir.
Marjinal fayda kavramı ise şunu söyler: İlk bardak su hayati öneme sahiptir, susuzluğumuzu giderir. Ancak yüzüncü bardak su neredeyse hiçbir ek değer sağlamaz.
Elmasa gelince, zaten az sayıda sahip olduğumuz için her bir elmas yüksek marjinal değerini korur. Bu açıklama, piyasaların nasıl işlediğini anlamamıza yardımcı olur. Ancak, fiyat ile gerçek değer her zaman aynı şey değildir.
Nimet Işığı
Risale-i Nur'da bu konuya dolaylı ve çok farklı bir açıdan bakılır:
Bir nimetin umumî ve herkesi kapsıyor olması, kıymetinin azlığına ve önemsizliğine işaret etmez. Ve o nimetin bir kasıt ve iradeden gelmemesine emare değildir.
Meselâ: Göz nimetinin bütün hayvanlarda bulunması, insanın göze olan şiddetli ihtiyacını hafifletmediği gibi, gözün değerinin noksanlaşmasına da sebep olamaz. Çünkü umumîyet, o nimetin hayati önemine işarettir.
Görme, işitme, hava ve su gibi herkesin faydalandığı nimetler; kişiye özgü olanlara kıyasla çok daha fazla şükretmeyi hak eder. Çünkü onlar hayatın temelidir.
Kimi insanlar kendi nasip ve durumları için Allah'a şükrederlerse de herkese temas eden bu gibi lütuf ve iyilikler, sanki insana doğrudan bir faydası yokmuş veya zorunluymuş gibi insanın aklına bile gelmemektedir.
Oysa en büyük ihsan, herkes için geçerli ve sürekli olanlardır. Nimetin yaygın oluşu, eksiksiz bir ehemmiyetin delili olduğu gibi, devam da yücelik ve kıymete delâlet eder. Bu nedenle, umumî bir nimette şahısların nazara alınmadığı ve kasdedilmediği düşünülmemelidir.
Bediüzzaman'ın sıkça kullandığı güneş analojisi ile ifade etmek gerekirse; faraza Güneşin ışığındaki bir renk nimetlendirmek olsa idi, bir şey, bir şeye mani olmaz, her yerde bulunmakla beraber o, hiçbir yerde bulunmazdı. Bir ayçiçeğine dokunduğu anda bir insana da temas ederdi.
Ülfet: Alışkanlık Perdesi
Peki, bu körlüğün adı ne olabilir? Risale-i Nur'da bu durum ülfet kavramıyla açıklanır.
Ülfetin iki anlamı vardır: Olumlu anlamı dostluk kurmak, ünsiyet etmektir. Olumsuz anlamı ise bir şeylere fazlasıyla alışarak, onlardaki incelikleri ve kıymetleri göremez hâle gelmektir.
İnsanlar, önceden beri gözlediği şeyleri kendilerince ma'lûm bilirler. Hatta bu sebeple, aslında birer hârika ve kudret mucizesi olan olağan saydıkları bu şeylere yeterince dikkat etmez ve ehemmiyet vermezler.
Bildiğimizi sandığımız şeyler, aslında ülfet, âdet ve yeknesaklık (tekdüzelik) perdeleri arkasında gizlenen hârikalardır. Bir tür seçici körlük olan bu tutum insana bir perde çeker ve hakikatte ilim zannedilen şey ise cehalet olur.
Uyanık Kalmak
Bu farkındalığı yalnızca dinî metinlerde değil, edebî ve felsefi eserlerde de sıkça buluruz. Dostoyevski, idam sehpasına giden bir mahkûmun, son anlarında bir ağaçtaki kuşu nasıl muhteşem bir mucize olarak gördüğünü anlatır.
Baudelaire, "Gündelik hayat, mucizelere gömülü bir hazinedir ama biz kör yürürüz" der. Camus ise Sisifos Söyleni'nde alışkanlığın hayatı nasıl mekanikleştirdiğini ve anlamsızlaştırdığını gösterir.
Yunus Emre ise bu ülfeti delmek için sorar: "Ey su nerden gelirsin, vatanın nerde senin?" Ne ölü ne de diri olan su onun için paha biçilmezdir. Bir içimi bin kızıla bedeldir.
İronik olan şudur: İnsanlar olarak, sayımız milyarları bulmuşken, hiçbirimiz kendimize ülfet etmeyiz. Çoğunlukla kendimizi değerli ve özel görürüz. Ama su içtiğimizde, nefes aldığımızda – ki bunlar da milyarlarca insana veriliyor – "sıradan şeylermiş" diye bakarız. Bu kendi benliğimize uyguladığımız çifte standart gibi görünmektedir.
Elementlerin Harikâlar Dünyası
Ekonomi suya "bol olduğu için ucuz" der. Ama su gerçekten sıradan mıdır?
İki yanıcı element – hidrojen ve oksijen – bir araya gelip ateşi söndürücü bir molekül oluşturur. Bu, tek başına bile olağanüstüdür. Su, doğada aynı anda katı, sıvı ve gaz hâlinde bulunabilen nadir maddelerden biridir.
Buzun suyun üstünde kalması, kışın göllerin donmasına ama canlı yaşamın devam etmesine olanak tanır. Bu, doğadaki nadir fiziksel özelliklerden biridir. Eğer buz su gibi davransaydı ve dibe çökseydi, deniz yaşamı belki de var olamazdı. Suyun yüksek özgül ısısı iklimi dengeleyici bir rol oynar. Evrensel çözücü olma özelliği, yaşamın kimyasal altyapısını mümkün kılar.
Her biri birer mucizevi özellik... Ama ülfet, bunları "sıradan" yapar. Metodolojik olarak indirgemeci olan bilim belki çoğu detayı keşfederken suyun veya bir başka olağanın mucizesine şaşırmaz. Ama hayret edecek ve onu olağanüstü bulacak olan insandır. Bir romanın kelimelerle yazılması ama anlamının yazara ya da okuyucuya ait olması gibi.
Suyun Hatırı
Sosyal medyadaki bir videoda, yeni Müslüman olmuş bir Masai kabile şefi İstanbul’da bir kuyumcuda vitrinlere bakarken sorar: “Bunların değeri nedir?”
Kendisini ağırlamakta olan ev sahibi ve dostu karşılık verir: “Yaklaşık on inek veya otuz koyun.”
Şef şaşırır: “Siz bu kadar hayvan parasını kolunuza takıp insanlara gösteriyor musunuz bir de!”
“Evet,” denilince:
“Kadınlarınızın ruhu ölmüş,” der.
Belki de bu şaşırtıcı yorum, dışarıdan bir gözün, içeride kaybolan anlamı en çıplak hâliyle görmesidir.
Elmas-su paradoksu, kendi disiplini içinde doğru bir soru olabilir ama insana ve hayata bakan yönüyle eksik bir sorudur. Asıl paradoks şu olmalıdır: Neden hayatımızın temelindekilere en az değeri veriyoruz?
Cevap ülfet olsa gerektir. Alışkanlık, mucizeleri görünmez kılar. Ekonomi bu durumu "arz-talep dengesi" diye açıklar ve bir bakıma normalleştirir. Ama ihtimal ki ekonomik mantık, ülfet hastalığının bir başka tezahüründen ibaret olabilir.
Belki de artık değer anlayışımızı tersine çevirmemiz gerekiyor. Bir hadis rivayetinde, insanın iyilik ve ihsanın kölesi olduğu ifade edilir. Bir atasözümüz bir kahvenin kırk yıl hatırı olduğunu söyler. Bu bağlamda belki unutulmaması gereken aslında suyun elmastan daha değerli ve hatırlı olduğudur. Sağlık, zaman, aile, temiz hava, görebilmek, işitebilmek, nefes alabilmek; bunlar hayatın gerçek elmaslarıdır. Kaybettiğimizde değil, sahip iken değerini bilmemiz gereken umumî nimetler...
Bu nimetlere karşı şükretmemek, hatırsızlık, belki de küfran-ı nimettir. Ama şükretmek sadece manevi bir borç değil, aynı zamanda bir farkındalıktır. Görmektir.
Bir belgeselde, sürekli su taşımak zorunda olan bir kız çocuğuna hayalinin ne olduğu sorulmuştu. Verdiği cevap şaşırtıcıydı: "İçinde suyun aktığı bir evde yaşamak." O kız çocuğu, belki de bizden daha bilgedir ya da hesabı daha doğrudur. O, suyun gerçek değerini biliyor. Biz ise sahte ya da zaruri olmayan elmaslara kanmışız.
Hayat boyunca arayıp durduğumuz hazine, zaten her gün elimizin altında. Sadece görmemiz ve ülfet perdesini kaldırmamız gerekiyor.
Zira şükürsüz bir hayat yalnızca tüketilen bir hayata benziyor.
Her şeye ilk kez görüyormuş gibi bakmalı belki de. Yağmurla tanışan Kuzey Koreli küçük kız çocuğu gibi. Çünkü öyleler ve her zaman öyleydiler. Biz sadece alışmıştık.
Ey insanlar! Allah'ın, üzerinizdeki ni'metini hatırlayın! Allah'dan başka sizi gökten ve yerden rızıklandıracak bir yaratıcı mı var? (Fâtır, 3)
—Katre
Not: Bu yazı, Risale-i Nur'dan seçilen pasajların günümüz Türkçesine uyarlanması ile hazırlanmıştır. Bu çalışmada yapay zeka asistanından dil, üslup ve düzenleme desteği alınmıştır. Olası yanlış yorumlamalar ve eksiklikler yazara aittir.
0 Yorumlar