Bir devam hikayesi
Gülümseyen Bir Sabah
"Yüzlerinde, ni'metlenmiş olmanın (sevinç ve) parıltısını tanırsın!" (Mutaffifîn, 24)
Bu sabah yaşlı adamın neşesi bir başkaydı. Yüzünde kocaman bir tebessümle dostuna selam verdi. Ihlamur, onun bu hâlini fark edince şakayla takıldı:
— Aleykümselam yaşlı dostum, yoksa cennetle mi müjdelendin?
Yaşlı adam yaramaz bir gülüşle, "Sayılır," dedi. Yerinden kalktı, cebinden çıkardığı pet şişede kalan son suyu Ihlamur'un toprağına döktü.
— Su bahane, cennet de… diye mırıldandı.
Kalkarken, kulağına gizlice bir şeyler fısıldadı.
Dua Vakti
"Çaresizlik, Allah'tan gelen en güzel işarettir; duanın vaktinin geldiğini gösterir." — Mevlana
Banktaki yerine döndüğünde, Ihlamur'un dalları arasından süzülen güneşin ve gökyüzünün güzelliğini seyre daldı. Her ağaç gibi, onun dalları da hep güneşe doğruydu.
— Ona yönelmeyen mi var? dedi kendi kendine.
Ya içinde saklı bir kabiliyetle, ya tabii bir ihtiyaçla ya da bir çaresizlikle… Bir çekirdek, ağaç olmadan evvel kendisi için bir hayat ve şekil isterdi. Su, toprak ve diğerleri onun etrafında saf tutar, duasına ortak olurdu.
Bazen bitkiler günlerce susuz kalır, yaprakları boynunu büker, köklerinden canları çekilir. Ama hiçbiri, suyun kendisi için dua etmezdi. Yağmursuzluk, duanın vakti idi...
Başını öne eğdiğinde, ayaklarının altında gezinen karıncaları gördü. Küçük siyah develer taneler taşıyorlardı yine.
— Dua yüklü kervanları görüyor musun? dedi gülerek Ihlamur'a.
— Görmez miyim? Ticaret yolları üzerindeyim ben de, dedi Ihlamur.
— Peki sen hiç baş aşağı giden deve gördün mü? dedi, arkadaşının şakasına karşılık.
Yaşlı adamın yüzünde yine bir tebessüm belirdi. Ailesiyle sık sık pikniğe giderlerdi. Eşi, tıpkı çocuklarıyla oynadığı gibi karıncalarla da oynar; bir elini diğerinin üzerine koyar, karıncalar parmaklarının üzerinden defalarca geçerdi. Rüzgârın savurduğu ekmek kırıntıları, kuşların ve karıncaların duasına sofradan kalanlardı. Eşi de bir vesile, Allah onları da aç bırakmazdı.
Acz, Zayıflık
"Bütün mevcudat, her birisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibadet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duadır." — Bediüzzaman
— Nerede boyundan büyük işler görüyorsan, o Allah'tandır, dedi kendi kendine.
Zerreler çekirdeğin, dünya Güneş'in etrafında dönüyordu. Varlığın temelinde bir çekim, bir yöneliş ve zıtlık vardı. İhtiyaç… Bu en anlamlı zayıflık, aynı zamanda en derin bağlılıktı. Belki de insanların "karanlık" dediği şey, sadece bu ihtiyacın görünürdeki rengiydi.
Dua, bu bağın hem sözlü hem sözsüz bir diliydi. Zıtlık, Allah'ın yüceliğine ve kemâline işaret ediyordu. Varlık her bakımdan küçüldükçe, O'nun sonsuzluğa doğru uzanan kemâli daha görünür oluyordu.
Daldığı düşünceleri, bir sivrisineğin ısırığıyla bölündü. Elinin üzerini kaşıyınca Ihlamur gülüverdi:
— Sanırım sivrisineğin duası da senin elinle oldu.
— Tabii ki öyle! dedi yaşlı adam gülerek. O rızkının etrafında döner, dünya da Güneş'in... En küçük sinekten en büyük yıldıza kadar her varlık, kendi dilince aynı merkeze yöneliyor, öyle değil mi?
El Açmak
Yaşlı adam, insanların dualarının neden kabul olmadığını merak ettiklerini düşündü bu defa. Çok açık değil miydi? Mesele, duanın kabulü değil; duanın ediliş biçimiydi.
Dua, bir ihtiyaç ve zayıflıkla edildiğinde, diğer varlıkların duasına yaklaşıyordu. Çocukların, hastaların ve kendisi gibi çocuklaşan ihtiyarların dualarının makbul oluşu gibi…
Onların duaları, olabildiğince kendinden uzak, saf bir ihtiyaçla dile geliyordu. İnsanı, duanın özünden ayırabilen şey belki de tam olarak buydu.
Elbette her varlığın hayattan bir hissesi vardı. Ama hayatı, onu verene göre okumak gerekmez miydi? Hayatın insana verdiği bir ise, kendine istediği yüz, belki bin idi. Dua, hayatın ruhuydu, hayatın hayatıydı.
Biraz da yorgun saatine baktı.
— Bu sabah simit alamadan geldim, dedi. Eve gitme vakti.
Kendi gibi yaşlı dostuna gülerek:
— Sen de buyurmaz mısın? diye sordu.
— Selametle, dedi Ihlamur.
Yaşlı adam uzaklaştıkça dönüp birkaç kez daha el salladı. Sanki dostuna veda eden ama şefkatli, kocaman ellerle…
Son Söz ve Dönüş
Ertesi sabah, güneşle birlikte kâinat yeniden doğdu. Kuşlar, okul bahçesini dolduran çocukların cıvıltıları gibi ötüşerek sabahı karşıladı yine.
Ihlamur, dostunu bekledi. Yapraklarını gerdi, rüzgârı kokladı, kuşları dinledi… Ama yaşlı adam gelmedi.
Öğleye doğru, karşıdaki camiden bir cenaze kalktı. Ihlamur, kendine söylemek istemese de uzaktan da olsa anlamıştı… Kulağında dün sabah dostunun fısıldadıkları yankılandı.
Hz. Peygamber (s.a.v), hastalığının son günlerinde kızı Hz. Fâtıma'yı yanına çağırmıştı. Önce yakında dünyadan ayrılacağını söyleyince, kızı ağlamış; sonra, "Ailem içinde en evvel bana sen kavuşacaksın," deyince sevinmişti.
Yaşlı dostunun o sabahki neşesinin hikâyesi de buydu.
Uykudayken, ölen eşi usulca yanına gelmiş; üzerini örterken kulağına, "Kavuşmamıza az kaldı," diye fısıldamıştı.
Yumuşak kalpli yaşlı adam, arkadaşını umutsuz bırakamazdı. Toprağına su dökerken, Ihlamur'a:
— Beni ilk sen anladığın gibi, en önce de sen kavuşacaksın, demişti.
Hafif bir yağmur, tabutunu ıslatırken bir rüzgâr esti. Ihlamur, rüzgârdan istifade, çiçeklerinin kokusuyla dostunu uğurladı.
— Hoşça git dostum, diye fısıldadı yaprakları arasından.
— Toprağa dökülen su bahane değil artık, rahmet hep kabrine yağsın.
"O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir, çok bağışlayandır." (İsrâ, 44)
—Katre
Not: Bu hikaye, Risale-i Nur'dan seçilen bazı cümlelerin günümüz Türkçesine uyarlanması ile hazırlanmıştır. Bu çalışmada yapay zeka asistanından dil, üslup ve düzenleme desteği alınmıştır. Olası yanlış yorumlamalar ve eksiklikler yazara aittir.
0 Yorumlar