Header Ads Widget

test banner

KHK Sorunu Nasıl Çözülebilir - 2


Merhaba. “KHK’lı Eski Bir Emniyet Mensubu Beş Soruda Geçmişe, Bugüne ve Geleceğe Bakıyor” başlıklı ilk yazım, 22 Temmuz Salı günü Medyascope’ta yayımlandı. Ardından ikinci bir yazı kaleme aldım: KHK’lı eski emniyet müdürünün ikinci yazısı: KHK sorunu nasıl çözülebilir?

O ikinci yazıda, bu konuda artık yazmayı düşünmediğimi söylemiştim. Ancak zaman içinde, önceki yazılarımda muğlak kalan, eksik ifade edilen ya da yanlış anlaşılmaya yol açabilecek bazı noktaların olduğunu fark ettim. Bu yüzden, bunları netleştirmek ve yanlış anlamaları önlemek amacıyla son bir yazı daha kaleme almaya karar verdim.

Bu yazıda, KHK meselesinin önceki iki yazımda değinmediğim farklı yönlerini ele alacağım. Konular belirli bir sistematik içinde değil, serbest bir akışla işlenecek. Başlıklar ise şöyle: Tahrik, Tehdit, Dışlanma ve Toplumsal Travmalar; Travmalara Şahit Olmak; KHK’ların Domino Etkisi, Collateral Damage ve Black Mirror Örneği; Önceki Yazılarımda Belirtmediğim Diğer Öneriler veya Muhtelif Hususlar; Ders Alınması Gereken PKK Örneği; “FETÖ” ya da “Fethullahçılık” Gibi Dışlayıcı İfadeler; Siyasi Toplu Hareket Beklentisi Yanlışlığı; KHK Listeleri. Önceki yazılarımda olduğu gibi, bu yazıda da yer yer yazım hataları olabilir.

Tahrik, Tehdit, Dışlanma, Toplumsal Travmalar

Tahrik, tehdit, ve dışlanma insan ilişkileri ve toplumsal barış açısından son derece önemli kavramlardır çünkü bu olgular hem bireyler arası etkileşimleri hem de toplumun genel huzurunu ve işleyişini doğrudan etkiler. Tahrik, tehdit, ve dışlanma devlet adamlarına (siyasi liderler, bürokratlar, yargı mensupları, emniyet görevlileri vb.) karşı yöneltilmesi kamu düzenini ve toplumsal barışı da tehdit eder. Aynı zamanda bu durum siyasilerin daha da otoriterleşmesine yol açabilir.

Erdoğan bir siyasi olarak bu türlü olumsuzluklara sıkça maruz kaldı. Örneğin, gençlik yıllarında Aziz Nesin ve “Atatürkçüyüz” diyen kesimler tarafından dışlanması bu travmaların başında gelir. Aziz Nesin’in provokatif ve dışlayıcı dili, Erdoğan’ı "yobaz" olarak görmesi bu konuda başlangıç olarak zikredilebilecek örneklerden sadece birkaçıdır.

Erdoğan, seçimle iktidara geldikten sonra da uzun süre kendini bazı kesimlere kabul ettiremedi. O da bu coğrafyada doğdu ve büyüdü. Hayatını, toplumdan öğrendiği yollarla şekillendirmeye çalıştı. Ailesi, çocukları ve kendisi için hayatta kalma mücadelesi verdi; kendisine yöneltilen saldırılara karşı direnmeye çalıştı. 

Gülen, başlangıçta desteklediği Erdoğan’ı daha sonra kürsüsünden sürekli olarak “tiran” ve “zalim” diye niteleyerek toplum önünde linç etti, tehdit etti. Bunun, sadece Erdoğan’ı değil; ailesini, çocuklarını ve torunlarını da derinden etkileyebilecek travmalar yaratabileceğini de göz ardı etti. Karşısındaki kişi ne olursa olsun, halk tarafından seçilmiş ve gerektiğinde savaş kararı da dâhil olmak üzere çok geniş bir yetkiyle donatılmış bir makamın sahibi.

İnsan ilişkilerinde bir kişiyi tehdit etmek, şiddete hatta cinayete kadar varabilen en temel nedenlerden biridir. Bu, kriminolojide de üzerinde sıkça durulan temel konulardan biridir. Eğer siz bunu medya aracılığıyla, üstelik her hafta tekrar tekrar yapıyorsanız, ortaya çıkan sonuçların sorumluluğunu da taşımanız gerekir. Elinde bıçak olan birine yöneltilen bir tehdidin bile nasıl sonuçlar doğurabileceğini öngörmek mümkünken, bu tür tehditleri sistematik olarak yapan bir kişinin davranışı nasıl tanımlanmalı? Tüm tartışmaları ve polemikleri bir kenara bıraksak bile, bu durum tek başına Gülen’in ciddi şekilde eleştirilmesi gereken bir yönü değil mi? Kendisini dini duygularla izleyen kamu personelini, siyasetçileri, bürokratları — binlerce insanı — böylesi sert ve sorumsuz söylemlerleriyle ateşe atmış olmadı mı? 

Tabii, bu şekildeki dışlayıcı tutumu yalnızca belirli kesimler değil, Cumhuriyet ve demokrasi değerlerine inandığını söyleyen bazı bilim insanlarımız da sergiledi dindar insanlara Erdoğan da bizzat hedef alındı. Aziz Nesin ise bu kişilere sadece bir örnek. O, bunu internetten değil; dönemin televizyonları, basın yayın organları aracılığıyla, kamu önünde gerçekleştirdi.

Bu nedenle önceki yazılarımdan birinde de ifade ettiğim gibi, “faşizmin ve dışlamanın dindarı ya da dindar olmayanı yoktur” diyorum. Bu tür söylemler, hangi ideolojik çerçeveden gelirse gelsin, aynı şekilde dışlayıcı ve kutuplaştırıcı olabilir.

Yine bu bağlamda, Nesin’in Türk halkının çoğunluğuna “aptal” diyerek hakaret etmesi, halkın geri kalmışlığını din veya dindarlıkla açıklamaya çalışması da problemli bir yaklaşımdır. Çünkü bu tür genellemeler yapılırken, hakaret edilen insanların eğitimde fırsat eşitliğine sahip olup olmadığı ya da aynı koşullarda (örneğin bir çocuğun ailesinden gelen değerleri sorgusuzca edinmek zorunda kalması gibi) yetişip yetişmediği gibi çok sayıda değişken göz ardı edilmektedir.

Akademide buna omitted variable bias denir — yani geri kalmışlığı açıklayabilecek diğer önemli faktörlerin (örneğin ailede verilen eğitim, maddi imkânsızlıklar, bölgesel eşitsizlikler gibi) analiz dışında bırakılması durumudur. Bu tür değişkenlerin göz ardı edilmesi, yapılan çıkarımların yanıltıcı olmasına yol açabilir.

Eğer böyle bir çıkarım yapılacaksa, öncelikle temsil gücü yüksek, rastgele seçilmiş bir örneklem üzerinden, ilgili tüm değişkenleri kapsayan bilimsel bir araştırma yürütülmeli; hipotezler bu veri setiyle test edilmeli ve sonuçlar buna göre tartışılmalıdır. Aksi takdirde, dindarlık ile geri kalmışlık arasında pozitif ilişki vardır çıkarımı önyargılı bir yorumdur.

Atatürkçü bir çizgi izlediğini söyleyen Ecevit de benzer bir dışlayıcı tutumu sergiledi. Halkın oylarıyla seçilen dindar bir kadına mecliste yapılan protestoya öncülük etti. Aslında protesto edilen, halkın iradesiydi. Dahası, böylesine din karşıtı bir tavır sergileyen Ecevit’e, Gülen’in övgüler yağdırması ise başka bir garabetti. Oysa Atatürkçülük akılcılıkla özdeşleştiriliyorsa ve bu anlayış “Yurtta sulh” hedefiyle birlikte anılıyorsa, ötekileştirme, dışlama ve imalı veya imasız nefret dili Atatürkçülüğü savunan kişilerce de sona erdirilmelidir.

Çünkü bu barışçıl olmayan tutum ve söylemler, ne Atatürkçülüğe ne de dinin özü olan barışçı ruha uygundur. Hatta bu nedenle insanlar hem dindar hem de Atatürkçü olabilir, Atatürkçülük ve dindarlığın özü çarpıtılmazsa. Yine buna göre, insanları kategorize edip “Sen Atatürkçü değilsin, ben Atatürkçüyüm” demek; “Sen akılcı değilsin ama ben akılcıyım” imasıyla aşağılayıcı bir ifade olarak algılanabilir ve karşı tarafı rencide edebilir. Bu nedenle, din nasıl kötüye kullanılarak başkalarını aşağılamanın bir aracı haline getirilebiliyorsa (“ben inanıyorum ve diğer insanlardan daha üstünüm" örneğindeki gibi), Atatürkçülük de benzer şekilde kötü amaçlarla kullanılabilir.

Tüm bunların sonucu ise: bitmek bilmeyen bir şiddet sarmalı ve görünür ya da görünmez travmalar. Barışı içeride sağlayamayan bir ülke olarak, dış politikada da insan hakları gibi alanlarda eleştirilen, zaman zaman dışlanan ya da ciddiye alınmayan bir konuma düşmüş durumdayız. Bu nedenle insanlar seçimlerden umutsuz. Gençler ülkeyi terk etmenin yollarını arıyor. Anlamsızca intihar edenler, cinayet veya diger şiddet olayları artıyor. Yazımda anlattığım şeylerin bütününe bakılacak olursa, bu toplumsal çatışmanın karşılıklı saygılı bir diyalog ortamında tartışılıp yeni bir anayasal düzenleme ile aşılması mümkün olduğu. Yoksa her gün daha da mutsuz ve umutsuz bir toplum olacağız iktidara kim gelirse gelsin.

Travmalara Şahit Olmak

KHK sorununun çok fazla tartışılmayan boyutlarından biri de bu: Başkasının yaşadığı travmaya tanıklık etmek, kişi doğrudan mağdur olmasa bile onu derinden etkileyebilir. Bu duruma ikincil travma ya da toplumsal travma denir. Özellikle aynı kimliği, aynı kurumu ya da aynı toplumsal aidiyeti paylaşan bireyler, “Bu benim de başıma gelebilir” düşüncesiyle korku, kaygı ve güvensizlik hissi geliştirebilir.

Sosyal medya ve haberler aracılığıyla sürekli travmatik olaylara maruz kalmak, bireylerin “güvende olma” hissini zayıflatır. Bu durum zamanla duygusal yıpranma, yalnızlaşma ve kurumlara olan güvenin azalmasına yol açar. Toplum genelinde ise kalıcı psikolojik etkiler ve yavaş yavaş bir toplumsal çözülme yaşanabilir.

Bu bağlamda, özellikle kanun uygulayıcılarının ve kamu hizmeti yürüten kişilerin yaşadığı travmalar da göz ardı edilmemelidir. Örneğin polisler, çoğu zaman sürecin sadece mağduru olduklarını düşündükleri kişilere karşı, görevlerini adeta “cezalandırma aracı” gibi icra etmek zorunda kalabiliyorlar. Yaşlı bir insana kelepçe takmak, bebeğiyle birlikte bir kadını hapishaneye göndermek zorunda kalmak… Bu tür uygulamalar, görev yapan kamu çalışanlarında da derin etik ve psikolojik yaralar bırakabilir.

Gazetecilerin ve siyasetçilerin bu duruma çözüm üretme konusundaki çaresizlikleri, sosyal medyada yükselen çığlıklar, sanatçıların suskunluğu ya da yetersizliği… Tüm bunlar aslında toplumun geneline, fark edilmeden bir travma yaşatıyor. İnsanlar “bana ne” deseler bile, bu travmatik hayat bir noktada onların karşısına çıkar. Bir haber izlerken, sosyal medyada gezinirken ya da bir yürüyüş sırasında ansızın zihne düşüverir.

KHK’ların Domino Etkisi Collateral Damage ve Black Mirror Örneği

“Collateral damage”, özellikle askerî veya politik bağlamlarda, bir eylemin doğrudan hedeflenmeyen ama kaçınılmaz yan etkisi olan zararları ifade eder. Bu zararlar; bireyleri, grupları ya da maddi-manevi varlıkları etkileyebilir. Aşağıda vereceğim örnekler, bu kavramın KHK bağlamında ne anlama geldiğini daha iyi açıklayacaktır.

Birkaç gün önce, KHK ile görevinden ihraç edilen bir askerin, Bursa’daki ormanları ateşe verdiği haberleri gündeme geldi. Yanılıyor olabilirim ama belki de bu kişinin hissiyatı şuydu:

“Ne ile suçlandığımı bilmiyorum. Mahkeme süreci yıllardır bitmedi. Dışarıdayım ama boşluktayım. Bari bir suç işleyeyim de içeri gireyim. Hem aç kalmam, hem de en azından neyle cezalandırıldığımı bilirim.”

Yine örneğin süreçte evladını, ailesini kaybeden bir bireyin buna sessiz kalan toplumu cezalandırmak için okullardaki masum çocuklara zarar vermek isteyeceği ihtimalini düşünün. 

Toplumdan dışlanma, örneğin ABD’deki okul saldırılarında sıkça görülen bir risk faktörüdür. Birçok saldırgan, uzun süreli sosyal izolasyon, alay edilme, zorbalık ve dışlanma gibi deneyimlerin ardından şiddete yönelmiştir. Bu tür dışlanmalar, bireyde öfke, intikam arzusu ve duygusal kopukluk gibi tehlikeli duyguların beslenmesine neden olabilir. İnsanları dışlamamak sadece etik bir davranış değil; aynı zamanda toplumsal güvenliğin temelidir. Her bireyin kendini değerli hissettiği bir toplumda şiddet riski azalır, empati ve sağlıklı iletişim güçlenir. 

Bir dışlamanın uluslararası alanda da çok ciddi yan etkileri olur. Yetkililer AİHM kararlarının gereğini yerine getirmeyip mağduriyetleri gidermekten kaçınabilir veya işi yokuşa sürebilir. Ancak bu tavrın uluslararası düzeyde ciddi sonuçları olur. Ben de tekrar edeyim çokça söylenen birşeyi. Her ne kadar “FETÖ tehdidi var” diyerek bu hak ihlallerini açıklamaya çalışılsa da, bu açıklama dış dünyada genellikle bir karşılık bulmaz. Aksine, “Bu insanlar kendi ayaklarına sıkıyorlar” gibi yorumlar yapılır sessizce — elbette genellikle yüzünüze söylenmez, çünkü tehdit algısının ne kadar hassas olduğunu bilirler.

Peki başka ne tür olumsuz etkiler doğabilir? Diyelim ki Gülen’le hiçbir bağlantınız yok ve yurtdışında iş yapmak, eğitim almak ya da bir ülkeye vize başvurusu yapmak istiyorsunuz. Karşınızdaki ülke sizin başvurunuza ilk olarak şu gözle bakabilir: “Bu kişi insan hakları ihlallerine göz yummuş bir ülkeden geliyor. Acaba şiddet eğilimli midir? Haksızlıklara sessiz kalabilir mi? Toplumsal barışımızı tehdit eder mi? Çatışmacı mı? Dışlayıcı mı?”

Sonuçta vize alamayabilirsiniz. Alsanız bile dışlandığınızı, size mesafeli yaklaşıldığını hissedebilirsiniz. Bunun sizin şahsınızla veya Türk olmanızla ilgisi yoktur. İnsanlar, temel insan haklarına saygı göstermeyen sistemlerden gelenlere karşı bilinçaltı bir güvensizlik geliştirebilirler.

Anlatmak istediğim, aslında Netflix’teki Black Mirror dizisinin “Nosedive” (Serbest Düşüş) adlı bölümüne benziyor. Bu bölümde insanlar, sosyal medya üzerinden birbirlerine puan veriyor ve bu puanlar, bireylerin yaşam kalitesini — örneğin ev kiralama, iş bulma, ulaşım kullanımı gibi — doğrudan etkiliyor. Başkarakter Lacie, yüksek puanlı insanlarla etkileşime girerek kendi puanını artırmaya çalışıyor ama yaşadığı aksilikler zinciri nedeniyle puanı düşüyor ve toplumdan dışlanıyor.

AİHM kararları da, uluslararası sistemde ülkeler hakkında böyle bir sosyal puanlama işlevinde kullanılan veri kaynaklarından önemli bir tanesi. Tüm ülkeler bu verileri izliyor ve değerlendiriyor. Bu bir tür küresel veri merkezi gibi işliyor. 

Önceki Yazılarımda Belirtmediğim Diğer Öneriler veya Hususlar

Daha önce “Gülen’in kültürel mirası reddedilmeli” dediğimde, neyi kastettiğimi tam ifade edememişim. Burada kastettiğim; onun insanları kamuya açık platformlardan linç etmesi, kendi görüşünde olmayanları dışlaması, antidemokratik yollarla devlet işlerine müdahale etmeye çalışması ve siyasi liderlere — “zirvesinden zirvasına” diyerek — hakaret etmesi gibi uygulamalardır.

Bu yüzden, Gülen’in kitaplarının yasaklanmasının gereksiz olduğunu da ifade etmiştim. Açmak gerekirse: Din, dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de önemli bir sosyalleşme aracıdır. Bu araç da her şey gibi suistimal edilebilir. Gülen’in birçok barışçıl, insani yorumları ve yazıları da var. Bu tür dini kitapların yanlış anlaşılmasını ve kötüye kullanılmasını önlemek adına daha basit çözümler uygulanabilir. Örneğin, gıda maddelerinin etiketi üzerinde yer alan uyarılar gibi, bu tür dini içerikli kitapların kapağında da şu tür ibareler yer alabilir:

“Bu kitapta yer alan görüşler yazarın şahsi yorumlarıdır. Dinin ruhuna aykırı bölümler bulunabilir. Okuyucuların toplumsal çatışma yaratabilecek yorumlardan kaçınmaları tavsiye edilir. Sorularınız için yalnızca Diyanet İşleri Başkanlığı’yla iletişime geçiniz.” Bu uyarı yöntemi, belki kutsal kitaplar dışındaki tüm dini yayınlara da uygulanabilir.

Son olarak Gülene yapılan eleştirinin sınırları da belirlenmeli ki hem din kurumu ve insanların dini duyguları bu eleştiriden etkilenmesin bu eleştirler insanların dine olan saygılarını kaybetmesine bir neden olmasın. Bu da ayrı bir travma sebebi olur ve yıllarca hayatını dini değerlerle anlamlandırmış insanları ve buna tanıklık eden diğer insanları da bunalıma sokabilirsiniz.

Ders Alınması Gereken PKK Örneği

PKK ile yürütülen barış süreci örneği, bizi önemli bir soruyu yeniden düşünmeye sevk edebilir: Eğer “FETÖ” gibi yargı içeren ve genelleştirici bir söylem yerine, daha tanımlayıcı ve sosyolojik bir ifade olan “Fethullah Gülen Hareketi” kavramı toplum genelinde benimsense; eylemleri hukuken suç teşkil etmeyen bireylerle, onları kolektif bir suçun parçasıymış gibi yaftalamadan konuşabilsek; bu kişilerin topluma yeniden dahil olma süreçleri daha sağlıklı işlemez mi?

Nasıl ki bir dönem barış arayışları çerçevesinde, Abdullah Öcalan için kullanılan dilde daha nötr ve resmi bir ton benimsenmişse ve bu, çatışmasızlık ortamına katkı sağlamışsa; benzer şekilde, ana akım medyanın ve kamusal söylemin dili bu konuda da daha kapsayıcı, ayrıştırmayan ve insan onurunu gözeten bir hale gelirse, toplumsal iyileşme ve yeniden bütünleşme için benzer bir zemin oluşmaz mı?

“FETÖ” ya da “Fethullahçılık” Gibi Dışlayıcı İfadeler 

“FETÖ”, “Fethullahçılık” gibi ifadeler, insanları toptan yaftalamak gibi bir haksızlık olmanın yanı sıra, bu toplumsal sorunu çözmeye yönelik çabalara zarar verecek en yıkıcı söylemlerdendir. Böyle bir etiket, sanki insanların İslam’ı değil de Gülen’i bir din gibi gördüklerini ima ediyor. Hatta bu türlü ifade dine karşıtlık olarak algılanabilir. Bu da maalesef ayrıştırıcı ve kışkırtıcı bir dildir. Ayrıca da sanki Gülen hareketi içindeki herkesin hiçbir kişisel iradesi bulunmadığı gibi çok büyük bir hakarette bulunuluyor. “Bir birey değil, koyun gibi” görüyorum seni diyor imalı lisanıyla. 

Siyasi Toplu Hareket Beklentisi Yanlışlığı

“Cemaat şöyle yapsın” diyerek mağdur insanları siyasi bir topluluk gibi tepki vermesini bekleyen insanlar aslında bu topluluğun temelde yada başlangıçta siyasi bir oluşum olmadığı gerçeğini gözden kaçırıyor. Bu yüzden bir sürü insan siyasi temsilci gibi sosyal medya ortamlarında ne yapalım diye tartışıp duruyor. Diğer insanların ne yapması gerektiği konusunda bu kişiler birbirine hakaretler yağdırıyor.  

Gülen hareketi içinde yer almış insanlara ya da KHK mağdurlarına yönelik eleştiriler dile getirilirken; hedef, belirli kişiler olmalı, genellemelerden kaçınılmalıdır. 'FETÖ' ve benzeri söylemler, geçmişte Gülenin eleştirdiğimiz online linç, dışlayıcı dil kullanma gibi yöntemlerine çok benziyor.…Yanlış metod.

KHK Listeleri

Gülen’in, kamu kurumlarında görev yapan mensuplarına dair bir liste hazırlattığı ve bunu bir tür arşiv olarak tuttuğu yönündeki iddialar tartışılıyor. Listeyi ister devlet oluşturmuş olsun ister Gülen vermiş olsun böyle bir listenin varlığı içindeki insanları otomatik olarak suçlu yapmaz. İsteği dışında oluşturulan bir listeye dayandırılarak insanlara “terörist”, “hain” ya da “FETÖ’cü” demek büyük bir adaletsizliktir. 

Bu belli bir camiye gidenlerin listesini oluşturmak gibi bir şey. Bir de bu listelerde isimler vs dışında ne var? Her bir birey için ayrı ayrı uluslarasi hukuka göre işlediği suçları veya eylemleri anlatan delilleri de gösteren metinler mi var bu isimlerin yanında?

Ayrıca, cemaat içindeki insanlar bu tür bir arşiv çalışmasından haberdar mıydı? Bu kişilerin böyle bir listeye dahil edilmesine açık rızaları var mıydı? Listede isminin yer alması, bir kişinin otomatik olarak suçlu ya da örgütle aktif ilişkili olduğu anlamına gelir mi?

Ali Heyet denen yapıyı insanlar seçmedi. Hatta Gülene bile böyle açık bir siyasi temsil yetkisi vermedi kimse. Gülen bu siyasi temsili etik dışı olarak kendisi yaptı. Şimdi de mağdurlardan siyasi bir eylem bekleniyor gibi bir hava var. İnsanlar bireysel eylemlerinden dolayı birey olarak değerlendirilmelidir.  

Son olarak önceki yazımda değindiğim anayasanın güncellenmesi gerektiği konusuna tekrar vurgu yapmak isterim. KHK sorunu bu ihtiyacın en önemli göstergesi. Her kural gibi, bilgisayarlarımız gibi, anayasamızın da güncellenmeye ihtiyacı var. Çünkü karşımızdaki mesele, sadece hukuki değil; aynı zamanda sosyolojik, kültürel ve psikolojik boyutları olan bir sorun. Üstelik bu, Cumhuriyet tarihimizde daha önce yaşanmamış, oldukça benzersiz bir durum. Polisle, adliyeyle, cezayla çözülmesi mümkün değil. Münferit Fikir Platformu ekibine ve İsa Hafalır hocaya teşekkür ederim bu yazıyı yayınladıkları için.  

-KHK'lı Eski Emniyet Müdürü


author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

0 Yorumlar