Header Ads Widget

test banner

Görünmez El – II: Alınteri


Şüphesiz her insana sa'yü gayretinden ve kendi emeğinden başkası verilecek değildir. 

(Necm, 39)

"Çalışana ücretini, alın teri kurumadan önce veriniz.

(İbn Mâce, Rühûn, 4)

Alınteri, yalnızca bir sonuç değil; aynı zamanda bir izdir: ruhun maddeye bıraktığı sessiz, ama sahici bir iz. Simone Weil emeği, insanın varoluşunu anlamlandıran bir mücadele olarak tanımlar. Bu anlamda, alınteri sadece bedensel bir yorgunluk değil, insanın değerini ve kimliğini inşa ettiği bir alandır.

Thomas Carlyle ise emeği bir toplumun temeli olarak görür ve "Emek, toplumun temeli; insanın onurlu bir yaşam sürmesinin anahtarıdır," der.

Görünmez ellerin çalıştığı bu dünya, hızla bir yere varmaya odaklanmışken, alınterinin ne kadar kaybolduğunu fark etmek zorlaşıyor. Artık terle elde edilen başarılar, çaba ve sabırla gelen değerler yerini hızla alınan sonuca bıraktı.

Oysa bir zamanlar geçim, erdem, mutluluk, da emeğe bağlı değerler olarak görülüyordu. Şimdi ise alınteri, çoğu kez nostaljik bir fikir gibi duruyor: eski, tanıdık ama uzak; derin ama sesi kısık bir ezgi gibi.

Çocukken kendi ellerimizle yaptığımız bir uçurtmayı hatırlayın. Belki yamuktu, belki çabuk düştü; ama gökyüzünde süzülürken o bizimdi. 

Bugün ise belki daha güzel şeylere sahibiz, ama artık o kadar da bizim değil. Çünkü birçok insan onları teriyle değil — hırsıyla ya da kolaycılıkla kazanmaya başladı.

Zamanın hızlandığını söylüyoruz; belki de biz hızlandık. Ama şu kesin: Bir şeyler geride kaldı. Gayret, sabır, süreklilik ve kanaat. 

Lev Tolstoy, "İnsan kendi değerini ancak çalışarak koruyabilir," derken, insanın özüne; üretmeyince korunamayan değerin, insandan silineceğine işaret ediyordu.

Yine de içimizde, o eski ses hâlâ duyuluyor. Belki birçoğumuz farkında değiliz ama insanlar çok çalışmaktan kaçarken, aslında manevi doygunluktan da uzaklaşıyor.

Sonuç odaklılık, zorluk ve sorumluluktan kaçma eğilimi, insanın emek verme arzusunu silmeye çalışıyor. Oysa, Halil Cibran'ın dediği gibi: "Alın yazınızı yalnızca alın terinizle silebilirsiniz."

Belki de mesele, yalnızca insana ait değildir; belki evrenin bizzat kendisinde gizlidir. Alınteri, insanın en derin bağı, hem varlıkla hem de kendisiyle kurduğu bir köprüdür.

Zerrenin Emeği

Fıtrat yalan söylemez. 

Meselâ, bir avuç su incimad ile meyelân-ı inbisatı der: "Fazla yer tutacağım."

Yani suyun yapısı, yaratılışa dair ilahi bir emirden aldığı kuvvetle genişlemeye yönelir.

Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu, demiri parçalar.

İşte şu meyelânlar, irade-i İlâhiyeden gelen evâmir-i tekviniyenin tecellîleridir, cilveleridir.

— Bediüzzaman Said Nursî

Evrenin başlangıcını açıklamak için kullanılan "Big Bang" terimi, bazen en küçük parçacığın içindeki sessiz kudreti hatırlatır. Her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi, her şeyde bir düzen vardır. 

Bediüzzaman Said Nursî'nin bakışıyla, varlıktaki en küçük yapıtaşı olan zerre bile rastgele hareket etmez. Her zerre, "Bismillah" diyerek görevine başlar, "Elhamdülillah" diyerek o görevi tamamlar. Her bir zerre, bu evrendeki yerini alırken, mutlak bir düzenin parçası olarak hareket eder.

Su damlasının yerçekimine itaatinde, buğday tanesının toprakta çürüyüşünde ve güneş ışığının yaprağa uzanışında bile bir iş, bir görev, bir hizmet vardır. Her biri bu görevi iftiharla taşır. Ve bu görevini yaparken her bir zerreye, alnının teri kurumadan amele içkin bir karşılıkla ücreti verilir.

Bu bakış açısı ile emek sadece insana ait bir meziyet olmaktan çıkar ve böylece, varoluşun kendisine yazılmış bir işleyişe, himmete dönüşür. İnsan, evrende bir zerre gibi yerini alırken, emek sadece onun değil, varlıkların ortak hizmeti olur.

Göze görünmeyen bu omurgaya Nursî "şeriat-ı fıtriye" der: varlıklar arası ilahi yasa, sessiz işleyiş, zahmetsiz düzen. Bunlar, sünnetullah da denen, eşyanın (varlığın) emeğinin kadim ölçüleridir.

Allah, bütün bunları boş yere değil; gerçek bir gaye, sebep ve hikmete dayalı olarak yaratmıştır.

(Yunus, 5)

İlginçtir, maddeci yaklaşım da emeğin anlamsızlaşmasını fark etmektedir. Bu görüşte de doğa el değmemiş bir güzellikte ve işleyişte iken; insan eylemleri ise "bozucu bir müdahale" olarak görülür.

İnsanın evrendeki yeri ve gezegene bakış farklılığına rağmen, iki yaklaşımın da sorunu insanda gördüğü söylenebilir. Bu noktada, insanın emek ve varoluşuyla bağlantısı kesildiğinde, her şeyin anlamı kaybolur.

Bugün çabalarımızın yöneldiği bir bütün olmayınca, ne için çalıştığımızı bilemez durumdayız. Çok ter döküyoruz ama o teri neyin beslediğini bilmiyoruz.

Belki de bu yüzden çoğu zaman sonuç var ama tatmin yok. Çünkü emek, anlamla buluşmadıkça çaba yalnızca yorgunluk üretiyor; huzur değil.

Tabii modern zamanın getirdiği imkanları da göz ardı etmemek gerek. Bu yazının hazırlanmasında digital bir zekanın katkısı, tıptaki ilerlemeler, bilgiye erişim kolaylığı gibi kazanımlar inkâr edilemez. Ancak buradaki asıl mesele, bu imkanların emeğin anlamıyla nasıl buluştuğudur.

İşte bu noktada, doğanın bize öğrettiklerini tekrar hatırlamak gerekiyor. Su damlasından toprakta çürüyen buğdaya, güneş ışığından yıldızların ışığına kadar her şey, bir gayeye hizmet eder.

Bir insan olarak bizim de bir gayemiz olmalı; yalnızca kendimiz için değil, aynı zamanda parçası olduğumuz evrene olan borcumuz için.

Zahmet ve Rahat: Ters Bir Orantı

"Rahat zahmette, zahmet rahattadır."

Bu darb-ı mesel, hayatın zorunlu döngüsünü ve birbirini tamamlayan iki yüzünü anlatır. Her zorluk, bazen ardından gelen rahatlığın bir ön şartı, bazen de bir bütünün ayrılmaz parçasıdır.

Tohumun yeni bir hayat için çürüyüşü, yağmur öncesindeki bir kuraklık, güneşin kızgınlığıyla tatlanan meyveler.. Doğum sancısı, baharın habercisi bir kış. Toprağın derinliklerinde sabırla biriken bir petrol, ateşle incelen bir maden..

Bu örnekler, zahmet ve rahatlığın söz edilen iki yüzünü gösterir. Birinin varlığı, diğerinin anlamını ortaya koyar. Ters bir orantıyla belki..

İyi ve güzel olanı elde etmek, çaba ve zahmet ister. Ve bazen de sonuç, ona bitişik olan bir güçlükle beraberdir. Anlaşılan o ki; tüm bu yolların sistemin sahibine çıkması için zorluklar bilinçli olarak düzenlenmiştir.

İki Büyük Nehir ve Deniz

"Görünmez El…" başlıklı önceki yazımda, aynı denize dökülen bir ırmaktan, kanaatten söz etmeye çalıştım. Burada; kanaat bereketi, kolaylığı ve verimi temsil ediyordu. Bu defa kendi bakışımla emeği, alın terini anlatmaya çalıştım.

Sa'y der ki: "Onun adıyla çalış." Çabanı, kudret elinin perdesi bil. O işin sebeplerine riayet ederek fiilen dua et.

Kanaat ise der: "Çalışmadan kazanmak, ancak bereket, ilham ve kanaatle olur. Yani verilirse." Sen çabala, ama sonuca sahip çıkma.

Çünkü esas kuvvet; sonucu, sistemi ayakta tutan birinden istemek ve Ondan beklemektedir.

Ve işte, bu iki ırmak tevekkül denizinde birleşir:

Gayret eden ama neticeyi rehin almayan ve Onu tecrübe etmeyen ince bir denge. Ne yalnızca eylem, ne yalnızca bekleyiş.

Bir yerli atasözü şöyle der:

"O kadar hızlı gittik ki, ruhumuz geride kaldı. Biraz soluklanalım... ruhumuz bize yetişsin."

Evet, gayretin, alınterinin, yönelen bir çabanın, test etmeyen bir amelin peşine düşse gerek. 

Belki ruhumuz fıtrata yetişir diye…


Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır.
Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.
O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul.
Ve ancak Rabbine teveccüh et.
(İnşirâh, 5-8)

-Katre

Not: Bu yazı digital bir zeka Claude'un desteğiyle düzenlenmiştir.

author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

0 Yorumlar