“O dökülen meniden bir damla su değil miydi?” (Kıyâme, 37)
"Ruh, çocuk olmakla iyileşir." – Dostoyevski
Ruh
Ruh, bedene hayat veren, içsel, cismin ötesinde bir hakikâttir. Bilim henüz onun sırrına ulaşabilmiş değildir.
Çünkü ruh, doğrudan emir âleminden ve ilahî iradeden gelen; şuuru olan, varlığı sabit ve devamlı bir hakikattir. Fiziksel kanunlar gibi ruh da kendine özgü sabitlik taşır.
Belki de ruh, mahiyetine uygun ince bir elbise gibi hissî bir varlıkla sarılmıştır; çıplak kalmasın diye.
Ruh, cesetle varlık kazanmaz; bilakis ceset, ruhla hayatta kalır. İnsan hayatı boyunca beden değiştirse de, ruh sabit kalır.
Öyleyse ruh, kendine has bir özerklik taşır. Ölüm anında bile sadece, beden yuvasından çıkar; kendi latif ve sabit elbisesini giyerek varlığını sürdürür.
"Kimse bize ne olduğumuzu sormaz, sadece kim olduğumuzu sorarlar." — Julien
Benlik
Benlik, ilk bakışta ruhu çağrıştıran bir soyutluk taşır.
Ancak dikkatli bakıldığında, ruh doğrudan sahibine, yani Rabbine yönelirken; benlik kimi zaman sahibine yakınsar, kimi zaman ise kendi içine döner.
Benliğin iki kutbu vardır:
Bir yönü, kendini yaratan bir kudretin izlerini taşır ve sadece alıcıdır. Hayra yöneldiğinde, ruhla aynı istikamette yol alır.
Diğer yönü ise, sahip olmadığı bir şeyi kendisine mal eden bir zan, kuruntu taşır.
İşte bu aslı olmayan yüz ve yanılgı, insanın yerini bilmemesine ya da unutmasına sebep olur.
Mahviyetin korunduğu, bir çekirdeğin sessizce incir ağacına dönüşmesi gibi tabii bir sürecin tersine…
İnsan, ince bir elif gibi tevazu içinde başladığı bu yolculukta, zamanla benliğin şişkin gövdesine dönüşebilmektedir.
Bununla birlikte ene, belirsizliği ile dikkat çeken, Yaratıcı'nın sıfatlarını anlamamız için verilmiş vehmi (varsayımsal) bir kıyaslama aracı, bir mizan (ölçü) gibidir.
"Benim ilmim var" diyerek ilmi anlamak, "benim iradem var" diyerek iradeyi tanımak gibi...
Bu nitelikteki bir varlığın değerinın ise kendisinden değil ifade edeceği anlama göre olacağı tabidir.
"Vücut, ruhun bineğidir." — Şeyh Galip
Beden
Beden, yani cismaniyet insanın görünen tarafı, biyolojik yapısıdır. Ancak bu yapı, sadece maddî varlıkla sınırlı değildir.
Örneğin bir meyveyi yemek, sırf tat almak değil; bu lezzet ile şükretmek imkânının doğmasındandır.
Çünkü hastalık olmasa şifanın kıymeti bilinmez; ihtiyaç olmasa anlam doğmazdı.”
Bu yönüyle beden sadece bir kabuk değil; şükür, ihtiyaç, zevk ve ibadet gibi duygularla derinleşerek ilahî potansiyeli taşıyan en geniş bir aynadır.
"Akıl, yalnız doğrulukta bulunur." — Goethe
Akıl
Akıl, şeyleri tanımlayan, kavramsallaştıran, düşünce üreten ve bir yönüyle düşünceleri tartan ve anlamları karşılaştıran bir terazidir.
Bu hâliyle, dünya düz mü yuvarlak mı gibi sorularda nesnel cevaplar üretebilirken, felsefî ve varoluşsal sorularda doğası gereği akıl tek başına yeterli görünmemektedir.
Bu sorulara verilen cevaplar, çoğu zaman benliğin izinde şekillenir.
"Kalp herkeste var, yürek başka bir şey, vicdan daha başka bir şey." — Mevlânâ
Kalp-Vicdan
Kalp, insanın en derin his merkezidir.
Onu bir göz gibi düşünürsek, vicdan bu gözün ruhla temasını kuran göz bebeğidir.
Kalbin bir yüzü bedene bakar, geçici hazlarda tatmin arar. Diğer yüzü ise, ruha yönelir ve ruha uygun gıdalarla lezzetlenir.
Vicdan, insana verilmiş eşsiz bir terazidir.
Eğer insan, benliğin içe dönük ve yere bakan tarafını aşabilir ise, vicdan başını kaldırarak fıtrata uygun olanı sezebilir.
Akıldan ziyade, sezgiyle işler; bazen sözsüz bir doğruya yönelir.
Kalp, bu noktada ilhamla vesvese arasında gidip gelen bir rüzgâr gibidir. Hangi sesi dinleyeceği, insanın yönelişine göre değişir.
"Nefsinden feragat etmeyen, gerçek hürriyete kavuşamaz." – A.J. Cronin
Nefis
Nefis, benliğin zorlu ve çeldirici yüzünün, hem cismanî hem de kişilik düzeyinde yansımasıdır.
Örneğin hırs, aslında benliğin kendisini sahiplenişinin bir sonucudur denebilir. Kazanmak ister, çünkü yokluktan korkar. Oysa nefis, terbiye edilmek için verilmiştir.
Nefsi tümüyle reddetmek değil, onu tanımak ve tabiatını bilmesini sağlamak gerekir.
Çünkü insanın imtihanı da, kıymeti de buradan doğar. Her benlik, kendi içindeki bu eğilimleri sorgulamakla yükümlüdür.
Denge
Bu çerçevede insan, sadece et ve kemikten ibaret olmayan; ruhuyla, benliğiyle, nefsiyle, aklı ve kalbiyle bir bütünlük içinde yaratılmış bir varlıktır.
Bu yapının her unsuru ayrı ayrı değil, birbirini tamamlayarak anlam kazanır.
Belki de insanın en büyük sorumluluğu, bu yapıyı kendi içinde dengeye, iç ahenge kavuşturmak; sınırlarını bilmektir.
Eğer bir varlık hiyerarşisinden söz edilecekse, insan bu silsilede en dikkat çekici örnektir:
Ne bir melek kadar doğrudan ve saf, ne bir bitki kadar teslimiyetle örtülü, ne de bir hayvan gibi ücrete düşkün...
Hem ilham ile yükselebilir, hem iradesiyle yoldan çıkabilir.
Bu haliyle insan, yalnızca bir “varlık” değil, içinde farklı varlık katmanlarını da taşıyan bir coğrafyadır.
Ama tüm bu halleriyle yine de birliğini, anlamını ve yönünü kaybetmeden yaşayabilir.
Bu ise sadece onun değil, onu var edenin kudretine işaret eder.
O bir damla su gibi hakir bir maddeden yaratılan insan, hem eşyanın anlamını kavrayacak bir akla, hem o aklın tedirginliğini duyacak bir kalbe, hem de kalbin içinde parçalanamaz bir vicdana sahiptir.
Ve bütün bu yönleriyle, sadece bir “canlı” değil, yeryüzünün hikmetle yazılmış bir özeti gibidir.
“Bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak, her şeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Külli Şeye mahsus bir nişandır, bir âyettir.” – Said Nursî
“O ki, seni yarattı da seni düzgün (yaratılışlı ve a'zâları tam bir insan) yaptı; nihâyet seni ölçülü (ve dengeli) kıldı.”(İnfitâr,7)
– Katre
Not: Bu yazı digital bir zihnin yardımı ile hazırlanmıştır.
0 Yorumlar