Header Ads Widget

test banner

Tarihi Yeniden Okumak veya Modernlikle Yüzleşmek (2)



Bir önceki yazımda İslamcı kanaat önderlerinin dile getirdiği bir tarih söyleminden bahsetmiş ve bunun ne kadar gerçeklerle uyuştuğunu sonraki yazılarda irdeleyeceğimi yazmıştım. Bu irdeleme için alternatif hikâyenin ne olduğuna bakmamız lazım. Aslında bu hikâyeyi daha lisans eğitimim sırasında medeniyet tarihi ders kitaplarından okumuştum, fakat bu hikâye o zamanki dünya görüşümle çeliştiği için Batıdan ve Batıcılardan gelen bilgilere çok itimat etmemek gerektiğini düşünerek bir kenara koymuştum bu bilgileri. Ta ki bu kenara konulan bilgiler birikip, yaşanan tecrübelerin de etkisiyle dünya görüşümü yeniden sorgulamama neden olana kadar. O noktadan sonraysa bu bilgilere daha öncesinde niye bu şekilde bakmamışım diye düşünür oldum. Bu yazıları yazma nedenim de aslında bununla ilgili biraz, zira gerek tarihe aşırı ideolojik bir bakışın gerekse milli eğitim müfredatının sübjektif tarih anlayışının etkisiyle ortalama Türk insanı için tarihe bu şekilde bir bakış hala marjinal kalıyor ne yazık ki (burada bu okumanın İslamcıları rahatsız ettiği gibi sekülerlerin çoğunu da rahatsız eden tarafları olduğunu not etmek isterim).

Hikâyeyi yaklaşık 12 bin yıl öncesinden tarımın ortaya çıkmasından başlatmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Bugün bildiğimiz şekliyle insanların ortaya çıkmasını yaklaşık 200-300 bin yıl öncesine dayandırıyor arkeologlar. Ve 12 bin yıl önce bizim coğrafyada Doğu Akdeniz'den Mezopotamya'ya yayılan bölgede tarım toplumları ortaya çıkana kadar insan toplulukları 200 bin yıl boyunca hayatlarını avcılık ve toplayıcılıkla sürdürdüler. Yani Amerikan yerlileri veya Afrika yerlilerinde gördüğümüz türden bir hayat sürüyorlardı bu insanlar. Kabileleri ve belirli kuralları olsa da henüz büyük insan topluluklarının birlikte organize olduğu, devlet kurduğu bir yapı yoktu ortada. İnsanlar ancak kendilerini doyurabilecek kadar yiyecek bulabiliyorlar ve nüfus olarak da çok büyük sayılara ulaşamıyorlardı henüz.

Yaklaşık 12 bin yıl önce tarım yapmaya başlanması bir devrim olarak adlandırılıyor zira tarım avcı ve toplayıcı olarak adlandırılan bu insan topluluklarının yaşam tarzlarını tümüyle değiştirdi. İnsanlar yerleşik hayata geçtiler, tarım sayesinde bir yandan çok daha büyük toplulukları besleyebilecek yiyecek kaynakları oluştu, diğer yandansa çok sayıda insanın bir arada barış için de yaşayabilmesi, üretim güçlerini topluluğun tamamına faydalı olabilecek şekilde organize edebilmesi, dışarıdan gelen tehlikelere karşı savunma sağlanabilmesi için kurallar ve devletler oluştu. Tarım hem bu yeni yaşam biçimine imkan verdi, hem de bunu gerekli kıldı. Büyük topluluklar içerisinde adaleti sağlamak için kurallar oluşturabilen, bu kuralları oluşturacak ve uygulayacak hukuk adamlarını yetiştirebilen, savunma için ordular toplayabilen, insanları organize ederek tarlaları sulayacak kanallar açabilen, tarım için gerekli takvim hesaplarını yapabilecek alimler yetiştiren, sistemin dönmesini sağlayan vergi hesaplarını yapabilen, vergileri efektif toplayabilen ve tüm bunları organize edecek yönetici sınıfları oluşturan veya bunları diğerlerinden daha efektif yapan topluluklar bunları yapamayan avcı toplayıcı gruplar veya bunları yeterince iyi yapamayan gruplar üzerinde tahakküm kurdu. Bugünden yaklaşık 5000 yıl öncesine gittiğimizde artık yazıyı kullanan, bürokrasisi, din adamları, ordusu, pazarları, sosyal sınıfları olan devletler çıktı ortaya. Bu devletler tarım yapan halkın kendi karnını doyurabileceğinden fazla olan üretimini vergi olarak alan ve bununla tüm bu kişi ve kurumları finanse eden yapılardı.

Tarıma dayalı bu yaşam tarzı binlerce yıl boyunca çok da büyük değişime uğramadan devam etti. Tabi ki gelişmeler oldu ama sistemin özü değişmedi. Nüfusun ezici çoğunluğu tarımla uğraşıyordu, devletler dünyanın her yerinde bu tarımsal üretimin insanların karnını doyurabildiğinden fazla olan kısmını vergi olarak alıyor bununla askerlerini ve bürokrasiyi besliyor, halka aldığı verginin karşılığı olarak da adalet ve güvenlik sağlıyordu. Mesela Osmanlı'da tımar sistemi vardı. Bir toprak parçası ele geçirildiği zaman orası hemen çiftliklere bölünüyor (ki çiftlik bir çift öküzle bir ailenin işleyebileceği büyüklükte toprak parçası demekti) ve buraları işleyen veya işleyecek kişilerden alınacak vergiler belirleniyor ve bu vergilerden faydalanacak kişi veya kurumlar tahrir defterlerine kaydediliyordu. Bu çoğu zaman sipahi adı verilen bir asker oluyor. Mesela bir köyün tarımsal üretim fazlası sipahiyi besliyor, para ekonomisi olmadan vergiler üretimin yapıldığı yerde tüketiliyor, savaş olduğundaysa bu sipahiler devletin emriyle orduyu oluşturuyordu ki Osmanlı'nın klasik döneminde 16.yy'ın ikinci yarısına kadar ordu asıl olarak bu askerlerden oluşuyordu. Bu kişiler aynı zamanda bulundukları yerde güvenliği sağlıyor, kolluk kuvveti olarak da faaliyet gösteriyordu. Aynı dönemde Avrupa'ya gidersek bu askerin adı şövalye oluyor, bizden farklı olarak ilgili topraktan faydalanma hakkı babadan oğula geçen bir soyluluğa dayanıyor ama sistem özünde değişmiyordu. Yine tarıma dayalı üretim, yine üretimin yapıldığı yerde tüketilen tarımsal fazla, yine güvenlik hizmeti sağlayan bir asker söz konusu. Japonya'ya gidildiğinde askerin adı samuray oluyor ama sistem yine üç aşağı beş yukarı aynı şekilde işliyordu.

Fakat tüm bunlar olurken Avrupa'nın batısında alttan alta bir şeyler demleniyordu. 13.yy'dan itibaren insanlar İslam ülkelerinden getirdikleri kitaplar üzerinden hem eski Yunan ve Roma'nın bilgilerini öğreniyorlar, hem İslam alimlerinin yazdığı bilimsel felsefi eserleri inceliyorlardı. Fakat bununla iç içe geçmiş olarak kapitalizmin ilk örnekleri denebilecek bir burjuva sınıfı ortaya çıkmaya başlamıştı. Henüz büyük fabrikalar değildi ortaya çıkan şey ama özellikle bugünkü İtalya'da ve Belçika'da geleneksel zanaatkarlıktan daha geniş iş bölümü yapılan atölyelerin ortaya çıkması, ticarette artış, ilk bankaların kurulması gibi gelişmeler yaşanıyor. 12.yy'dan itibaren basılan kitap sayılarına bakıldığında katsal (exponential) bir büyüme yaşanıyor. Yani bizim süper güç olduğumuzu düşündüğümüz 16.yy'dan çok önceleri Batı'da daha sonrasında yaşanacak gelişmelerin tohumları filizlenmeye başlamıştı.

16.yy'dan itibaren bunlara coğrafi keşifler, coğrafi keşifler sayesinde gelen zenginlik, bu zenginliğin oluşturduğu tüccar sınıfları, globalleşen ticaret eklendiğinde Osmanlı'nın askeri olarak en güçlü ve sınırlarının en geniş olduğu dönemde Avrupa erken modern döneme girmişti bile. 17. yy'a gelindiğindeyse artık Descartes, Francis Bacon gibi filozoflar geleneksel bilimsel ve felsefi öğretileri açıkça sorguluyor, bunlara karşı manifestolar yayınlıyor; Galile, Kepler gibi bilim insanları kilisenin inançlarının temeline koyduğu öğretileri yanlışlayan teoriler geliştiriyorlar; Pascal, Leibniz, Newton gibi matematikçiler modern matematiğin ve fiziğin temellerini oluşturuyorlar; Locke, Hobbes gibi filozoflar modern siyaset teorisinin temellerini atıyorlardı. Yani özellikle ilk döneminde Osmanlı'nın askeri olarak hala çok güçlü olduğu 1600'lü yıllarda Avrupa modernlikte baya baya ilerlemişti artık.

Başka bir deyişle bizde bazılarının dönüm noktası gibi sunduğu 2. Viyana kuşatması çöküşün başlangıcı değildi (aslında ortada tam olarak bir çöküş de yoktu); başlangıç arıyorsak belki 12.yy'a filan dönmemiz lazım. 2. Viyana kuşatmasında yaşanan bozgunu Tatarların arkadan vurmasına indirgeyen bir bakışın yanlışlığını görebilmek için tarihteki bu gelişmelerin farkında olmak gerekiyor. 2. Viyana kuşatması bozgununun sonuçlanması 1700 yılını buldu. 1700 yılına geldiğimizde Avrupa ülkeleri bugün hala ayakta olan fabrikalar kurmuş (ör: (link: https://www.saint-gobain.com/en/group/our-history) dünyanın ciddi büyüklükte kesimlerini sömürgeleştirmiş, bilimde felsefede hayli yol kat etmiş durumdaydı. Tüm bunlarla ilgili hiçbir sorgulama yapmadan sanki Viyana ele geçirilmiş olsa tarihin akışı değişirmiş gibi hayaller kurmak gerçeklerle yüzleşememekle olur ancak. Gidenler görmüştür, komünizm sürecinde biraz fakir kalmış olsa da Budapeşte de Viyana kadar güzel bir şehir ve arabayla yaklaşık iki buçuk saat Viyana'ya. Hadi Viyana'yı alamadık da Budapeşte elimizdeydi orayı niçin elde tutamadık peki? Niçin Viyana'yı alamadık diye bugünkü Almanya kadar toprak kaybederek çıktık bu bozgundan? Niçin sonrasında bir daha geri alamadık o toprakları? Demek ki o noktada artık bazı dengeler değişmiş ve Viyana'da bozgun yaşadığımız için dengeler değişti yerine dengeler değişmiş olduğu için bu kadar büyük bir bozgun yaşandı demek daha rasyonel bir açıklama olur. Yani Viyana'da yaşanan bozgun neden değil sonuçtu ve dengelerin değiştiğinin açıkça ortaya çıktığı bir gösterge oldu sadece.

Bu sürecin işlerin iyi gittiği zamanlardan itibaren bizim taraftaki etkilerine bakarsak, en görünür gelişme artık eskiye göre güçlenmiş olan Avrupalılara karşı mutlak askeri üstünlük sağlanamıyor olmasıdır. Portekizlilerle daha Kanuni döneminde Hint Okyanusu'nda yapılan savaşlardan yenilgi olarak bahsedilmese de elin Batı Avrupa'sından Afrika'yı dolanarak gelip Hindistan'ı işgal eden Portekizlileriyle Hint Müslümanlarının talebiyle oradan atmak amacıyla yapılan savaşlar sonuçta başarısız olmuştur ve Portekizliler Hindistan'a ciddi olarak yerleşmişler ve 1961 yılına kadar da Hindistan'daki varlıkları devam etmiştir. Kendisiyle övünmeye doyamadığımız Piri Reis de bu savaşlarda istenen başarıyı gösteremediği gerekçesiyle idam edilmiş ve mallarına el konulmuştur. Yine daha iyi bilinen örnek olarak 16.yy da Türk gölü dediğimiz Akdeniz'de İnebahtı'da Osmanlı donanması ağır bir yenilgi almıştır. Tarih kitaplarında sakalımızı tıraş ettiler, yerine yenisini yaptık vs. desek bile artık dengelerin değiştiği buralardan da görülüyor aslında. Sonuçta bu bir deniz savaşı ve Osmanlı'ya karşı asıl savaşan taraf olan İspanya 1571 yılında Portekiz'le birlikte tüm Güney Amerika'yı kolonileştirmiş durumdaydı. 1580 yılında İngiliz kraliçesinin talebiyle İngiltere'ye kapitülasyonlar verilmişti. Yani Doğu Akdeniz'deki Osmanlı limanlarında yapacakları ticaretlerde vergi muafiyeti getirilmiş. Peki 16.yy da biz süper güçsek niye biz Osmanlı gemilerinin Londra'da yapacağı ticaretle ilgili vergi muafiyet istememişiz de İngiltere bizim limanlar için muafiyet istemiş? Aynı yıllarda İngiltere'nin kolonyal bir deniz gücü olarak tarih sahnesine çıktığını ve Amerika'da ilk kolonilerini kurmaya çalıştığını hatırlarsak yine buradan da aslında dengelerin değişmekte olduğu görülebilir.

Kara savaşlarına gelirsek bir kara imparatorluğu olan Osmanlı'nın kara savaşlarındaki üstünlüğü bir süre daha devam etti. Fakat 16.yy sonlarından itibaren artık orada da sıkıntılar belirgin olmaya başlıyordu. 1593'te başlayan ve 15 yıl süren Avusturya savaşının sonucunda ciddi bir üstünlük elde edilemedi (bkz. Zitvatoruk). Sonrasında yendiğimiz yenildiğimiz savaşlar olsa bile Osmanlı'nın sınırlarının en geniş noktasına ulaştığı III. Murad döneminden itibaren artık eski mutlak askeri üstünlük orada da kaybedilmiş demek ki. Belki Avrupa özellikle bizimle sınırdaş olan Alman devletleri 30 yıl savaşlarında birbirlerine düşmemiş olsalar Viyana kuşatmasından daha önce de daha büyük yenilgiler görülebilirdi Avrupa ile yapılan mücadelelerde. Fakat bu savaşlar ve sonrasında yapılan Vestfalya antlaşmasının Avrupa modernleşme tarihinde önemli bir dönüm noktası olduğunu da hatırlamakta fayda var.

Burada yine modernlikle alakalı 16. yy’ın ikinci yarısından itibaren yaşanan ve askeri devrim olarak adlandırılan bir gelişmeye de değinmemiz lazım. Bu dönemden itibaren savaşlarda elde taşınan ateşli silahların yaygın olarak kullanılması, orduların büyümesi, kale mimarisinin değişmesi gibi gelişmeler yaşanmış ve 16.yy'ın ikinci yarısından itibaren süvariler (yani bizdeki sipahi, Avrupa'daki şövalyeler) eski önemini yitirmeye başlamıştır. O dönemlerde kullanılan ateşli silahlar nişan almaya müsait, bilyeleri çok düzgün giden aletler değildi. O nedenle devletler iyi eğitimli profesyonel asker olan süvariler yerine savaş zamanı çok sayıda eğitimsiz paralı asker toplayıp savaşlardan sonra dağıtmaya başladılar bu askerleri. Bu durum devletlerin maliyesinde de ciddi değişikliklere neden oldu ve modern ulus devleti ortaya çıkaran faktörlerden birisi olarak görülüyor. Bizdeyse o zamana kadar iyi işleyen mevcut sistemin bozulmasının önemli nedenlerinden birisi oldu bu gelişmeler. Bir yandan toprak ve vergi sistemi bozuldu. Artık toprağın üretimini bulunduğu yerde doğrudan tüketen sipahi yerine toprağın üretimini paraya dönüştürme ihtiyacı ortaya çıktı. Savaş zamanında paraya ihtiyaç olduğu için tımarlar sipahiler yerine mültezim denilen toplu para karşılığı buraların gelirlerini belirli süreliğine kiralayan kişilere verilmeye başlandı. Bunun sonuçlarına aşağıda değineceğim. Diğer yandan Yeniçerilerin sayısı ciddi olarak arttı ve artık sadece devşirmeler değil büyük miktarda Müslümanlar da Yeniçeri ocağına alınmaya başlandı. Bunun çeşitli olumsuz sonuçları olmuş olsa bile bu durum bir bozulmadan değil ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. Olumsuz sonuçlara bir örnek olarak Yeniçeri Ocağı'na yazılıp maaşa bağlanmak için bugün kadroya geçmeyi bekleyen sözleşmeli memurlara benzer şekilde pek çok genç İstanbul'da veya diğer önemli kalelerde yamak denilen Yeniçeri olmayan hatta henüz askeri sınıfa dahil edilmemiş ara bir kategoride daha düşük maaşlarla askerlik yapmaya başladı ve merkezdeki isyanlarda önemli rol oynadılar. Ayrıca taşrada da savaşlarda paralı asker olarak yazılan fakat savaş sonrası işsiz kalan eski askerler Celali isyanları gibi isyanlarda rol oynuyordu.

Ekonomiye gelirsek coğrafi keşiflerle birlikte yukarıda da bahsettiğim gibi ticaret yollarında değişim yaşandı ve bu Osmanlı için gelir kaybı demekti. Diğer yandansa özellikle İspanya üzerinden Avrupa'ya çok büyük oranda Güney Amerika gümüşü ve altını girdi ve bu daha önce görülmedik seviyede enflasyona neden oldu (bugün karşılıksız kâğıt para basmaya benzer bir durum). Devlet yaşadığı gelir kaybını telafi etmek ve savaşlar için ihtiyacı olan parayı bulabilmek için tek gelir kaynağı olan tarımsal üretime ek vergiler koymaya başladı. Oysa Avrupa devletleri bir yandan artık coğrafi keşiflerin meyvesini yemeye başlamış diğer yandan merkantilist ekonomiyle ihracatlarını artırıp ithalatlarını azaltma yönünde politikalar geliştiriyorlardı. Osmanlı'daysa durum tam tersi yöndeydi. İçeride mal kıtlığı olmaması için ihracat yani dışarı mal çıkışı kısıtlanıyor, ithalat yani yurt dışından içerideki pazarlara mal girişiyse teşvik ediliyordu. Buna rağmen de yurt dışında artan fiyatlar nedeniyle kaçak olarak da olsa içerideki tarımsal üretim dışarıya satılabiliyordu.

Bu yazının başlangıcında tarıma dayalı geleneksel imparatorluklarda devlet gelirlerinin çiftçilerin karnını doyurabileceği üretimin fazlasının vergi olarak alınmasına dayalı olduğundan bahsetmiştim. Eğer bu vergiler ciddi olarak artırılırsa doğal olarak artık çiftçi karnını doyuramayacaktır. Karnını doyuramayan bu çiftçinin tarım yapmasının da bir anlamı kalmayacağı için pek çoğu çiftini bırakıp isyancı olmaya başladılar, özellikle 16.yy'ın sonlarından itibaren. İsyan edenler üretim yapılan alanlara da saldırdığı için sorun daha da büyüyordu. Bu durum Celali isyanları denen ve neredeyse 150 yıl boyunca Osmanlı'nın başına bela olan sorunlara neden oldu. Burada şunu da belirtmek lazım ki gerek merkezdeki Yeniçeri isyanları gerekse çevredeki Celali isyanlarıyla ilgili olarak tarih kitaplarında sanki insanlara rahat battığı için isyan ediyorlarmış, bu isyanlar olmasa ne güzel geçinip giderdik gibi bir hava oluşturuluyor fakat o dönemlerde sipahiler dahi çok da aşırı bolluk içerisinde yaşıyor değillerdi. Karnını doyurabildiğinden biraz fazlasını kazanabilen insanlar fiyatların ciddi olarak arttığı diğer yandansa vergilerin de artırıldığı bir dönemde karnını doyuramazsa ne yapar? Bugünkü gibi dört kişilik bir ailenin fakirlik sınırından bahsetmiyoruz gerçekten karnını doyuramayıp aç kalmaktan bahsediyoruz. Yani bu gelişmeleri de büyük resimden bağımsız okursak ister istemez hainler görürüz tarihte, ama büyük resimden baktığımızda bu sorunların da nedenleri olduğu daha net görünüyor.

Sanırım bu kadarı bir yazı için fazlasıyla uzun oldu. O nedenle hikâyeye bir sonraki yazıda devam edelim.

-Ahmet Şeker
author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

3 Yorumlar

  1. Osmanlının süper güç zirve olduğu yıllarda acından isyan eden bir anadolu mu varmış yani? Nerde lan bizim tarih hocası?

    YanıtlaSil
  2. Bugün ABD de bir süpergüç ve zirvede ama birçok homeless var zenci ayaklanmaları var. zirvede olması aç insanların olmayacağı manasına gelmez.

    YanıtlaSil
  3. Bir noktada yanlış anlaşıldığımı düşünüyorum. Burada anlatmaya çalıştığım asıl konu insanların aç kalması değildi. Açlık son derece yakın zamanlarda dahi sıkça görülen bir olay dünya tarihinde. Mesela Sovyetler'de yaşanan Holodomor bazı tahminlere göre 10 milyon kişiyi öldürdü yine Mao döneminde Çin'de yaşanan büyük kıtlığın on milyonlarca insanın açlıktan ölmesine neden olduğu düşünülüyor.

    Anlatmaya çalıştığım Osmanlı'nın yaşadığı bu sorunların önemli bir nedeninin de Avrupa'da yaşanan gelişmeler olduğu. Yani erken modernliğin etkileri olarak da görülebilir bunlar.

    YanıtlaSil