(Döndüklerinde babaları) dedi ki: “Hayır! Nefisleriniz sizi (aldatıp böyle) bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir sabır (etmektir)! Umulur ki Allah, onları (Yûsuf'u, Bünyâmin'i ve orada kalan diğer ağabeyini) hep birlikte bana getirir. (Yusuf;83)
Zaman zaman eski günleri hatırlayıp iç geçirdiğimiz olur. Eski bir şarkı, çocukluk evimizden bir görüntü ya da okul yıllarından bir fotoğraf… Hepimiz hayatımızın belirli dönemlerine geri dönmek istemişizdir. Bu hissin adı: nostalji.
Nostalji kelimesi, köken olarak Yunanca'dan gelir. Nostos (eve dönüş) ve algos (acı) kelimelerinin birleşiminden türetilmiştir. İlk olarak 17. yüzyılda, memleket özlemi çeken askerleri tanımlamak için kullanılmıştır.
Zamanla bu kelime, yalnızca fiziksel değil, duygusal bir özleme de karşılık gelir hale gelmiştir. Bugün nostalji dediğimizde, genellikle geçmişte yaşadığımız mutlu anılara duyduğumuz hüzün de barındıran özlemi kastediyoruz.
Eskiden nostalji bir tür hastalık olarak görülse de günümüzde bu duygu, psikolojik olarak daha olumlu bir çerçevede ele alınıyor. Çünkü geçmişi hatırlamak, insanlara aidiyet, güç ve anlam hissi kazandırabiliyor.
Nostalji hissinin beyinde de bir karşılığı vardır. Eski hatıralar, beynimizin dopamin salgılamasına neden olur ve bu da mutluluk hissini tetikler. Ayrıca, duygusal hafızayla ilişkili olan hipokampüs bölgesi de aktifleşir.
Bu da nostaljik anıların neden bu kadar etkileyici olduğunu açıklar. Bazen yalnızca bir koku ya da melodi bile geçmişteki bir anıyı canlandırabilir.
Peki, neden eskiye bu kadar özlem duyarız?
Aslında bu sorunun birçok cevabı vardır. Öncelikle, insanlar belirsizlikten hoşlanmaz. Hayat karmaşıklaştıkça ya da stres seviyesi arttıkça, tanıdık ve güvenli gelen geçmişe sığınmak doğal bir tepkidir.
Bunun yanında, geçmiş deneyimlerimizi hatırlamak bize kim olduğumuzu hatırlatır. O hatıralarda güçlü, mutlu ya da sevilmiş hissediyorsak, bu hisler bugün yaşadığımız eksiklikleri kısa bir zaman için de olsa telafi edebilir.
Ayrıca, nostalji yalnızlık hissiyle de yakından ilişkilidir. Özellikle eski dostlukların ya da aile bağlarının zayıfladığı dönemlerde insanlar, geçmişteki ilişkilerine özlem duyarlar.
Modern çağda değişim hızlandıkça, insanlar da geçmişin sadeliğine daha çok özenir oldu. Çocukken oynadığımız sokak oyunları, 80' lerin dizileri, kaset çalarlar ya da ilk cep telefonlarımız…
Hepsi birer "nostalji nesnesi" haline geldi. Çünkü bu objeler, geçmişin duygusunu somutlaştırıyor. Beynimiz de bu hatıraları bir ödül gibi algılıyor. Nostalji, aslında beynin kendine küçük bir mola vermesidir.
Ancak her duyguda olduğu gibi, nostaljide de denge çok önemlidir. Geçmişle sağlıklı bir ilişki kurabildiğimiz sürece, bu his bizi besleyebilir. Sağlıklı bir ilişki kurulmadığında kişinin durumuna göre "nostalji sendromu" denilenn istenmeyen bir tablo dahi ortaya çıkabilir. (psikolojiarsiv.com)
Geçmiş: Kırık Renkler
Gökkuşağının renk kemeri, parlak bir şekilde bükülüyor,
Açıkça işaretlenir ve daha sonra havada çözülür,
Etrafında hafif hafif düşen serin sağanak yağışlar.
Orada insanlığın çabaları yansıtılıyor.
Düşününce, çok net anlayacaksınız:
Hayatımızı kırılmış renkler arasında yaşıyoruz.
— Goethe, Faust
Goethe'nin dizelerinde olduğu gibi, hayatlarımız da bir gökkuşağının içinden geçerken hem parlak hem kırılgan renklerle dokunuyor. Her renk, belki bir anı, bir duygu, bir iz. Ve biz, geriye dönüp baktıkça sadece geçmişi değil, geçmişte kim olduğumuzu da arıyoruz. Belki de bu yüzden, nostalji sadece hatırlamak değil — bir arayış aslında.
Peki bu evrensel duygunun daha derin bir boyutu olabilir mi?
Çokça makale yazıldı üzerine, nörologlar beyin görüntülemeleriyle çözmeye çalıştı, psikologlar terapi odalarında onunla yol aldı, sanatçılar ise eserlerinde ona can verdi. Ama tüm bu çabalara rağmen esas soru bence hep gözden kaçırıldı.
Nostalji, sadece geçmişe duyulan özlem değildir. Belki de o anılarda görünen, aslında hiç kaybetmediğimiz, sıkça unuttuğumuz bir gerçeğin bize kendini hatırlatmasıdır:
Ezeli, değişmeyen, kaybolmayan, ebedi olan bir his.
İnsan ruhu geçici olana değil, kalıcıya hasret duyar. Bu yüzden geçmişi bu kadar çok severiz. Çünkü orada kendimizi, aslımızı buluruz — ve belki de en çok orada, olduğumuz kişiyle barışırız.
Ve geçmişe duyduğumuz sevgi, geleceğin umuduna olan en derin işarettir aynı zamanda. İnsan, kaybettiğine değil — aslında içten içe var olduğuna ama henüz kavuşamadığına özlem duyar.
Goethe gibi geçici bir zamana sığamayan yazarlar, o özlemin kalbinden yazar dünyaya mal olan eserlerini. Yakup, Yusuf'u sadece bir evlat olarak değil, kaybettiği o bütünlükte arar. Ashab-ı Kehf, bu özlemle bir zamansızlığa yatar; İbrahim ise, ben batıp gidenleri sevmem der — içinden gelen kelamsız bir hakikate kulak vererek.
İşte peygamberlerde vahiy, kuşta veya arıda içgüdü, insanda ise sezgi ve vicdan şeklini alan bu sözsüz konuşmaya, Yaratıcı "fıtrat" der. Ve her doğan fıtrat üzere doğar.
Fıtrat, insanın içindeki ilahi kelimelerdir — Rabbin dokunmadan konuştuğu yol, insanın içindeki esaslı muhabbettir. Bediüzzaman da bu sessiz dili dinleyerek mealen şöyle der:
İnsan, dünyada yaşarken hayatın ve hayatla kendini gösteren güzelliğin sadece zayıf bir gölgesine, bir ışığına bakar ve henüz doyamadan gider.
Bu nedenledir ki, dönmemek üzere ayrılığa mahkûm bir seyircinin muhabbeti, ayrılığın tasavvuru ile adavete döner. Çünkü insan bilmediği ve yetişemediği şeye belki sebepsiz bir düşmanlık besler.
Hayat zannettiğimiz anlar biraz dikkatli bakınca, yalnız bulunduğumuz dakikadan ibarettir. O dakikadan evvel bütün geçmiş zaman ve içindekiler, o dakikada kaybolmuş, gitmiştir.
O dakikadan sonra ise gelecek zaman madem ki gelmemiş, o dakikada yoktur, belki hiçtir. Demek ki madde cihetiyle hayat, yalnızca bir dakikadır.
Öyleyse, güzel ve yeterli değildir bitmekle kaybolan bir hayat. Çünkü sona mahkûm olan, gerçek bir güzel olamaz. Kısacık bir ömürle sonsuzluk için yaratılmış bir kalp el ele veremez.
Diğer taraftan:
Ebedî bir cemal, fâni bir müştâka razı olmaz. Çünkü cemal ve kemâl sahibi, kendini sevdiği gibi kendine layık bir sevgiyle sevilmek de ister. Hem kendini seveni ziyade sever.
Bu sebepledir ki ezelin sadık dostu olan insan, ebedi olanı sevmeye hem namzet, hem de müştaktır.
Hayat bu hakikati her insana fısıldasa da, henüz açıkça duyamayan pek çokları için bu derin gerçek farklı şekillerde yankılanır:
Bazen bir eski oyuncakla, bazen iki küçük kol düğmesiyle, bazen de sevdiğinin düşen bir saç teliyle...
Ve bazen de sadece altı kelimelik bir ilanda yankılanır bu sessiz çığlık:
"Satılık: Bebek Ayakkabıları. Hiç Giyilmemiş."
...
Kalbinin sesiyle konuşan Bediüzzaman bu defa aklı ile konuşur. Hafızaya bakış açısı da düşündürücüdür. O, insan hafızasını sadece nörolojik bir süreç değil, metafizik bir işaret olarak görür.
Küçük kimlikler, cüzdanlar büyük bir kütüğü, damlalar halinde sular geniş bir su kaynağını, ağaçtaki meyve ve çekirdekler hem geçmişi hem geleceği işaret ettiği gibi...
İnsan hafızası da, sonsuz bir hafızanın varlığına delalet eder. Her hatırladığımız an, her nostaljik iz, belki de o "Levh-i Mahfuz"tan bir yansıma, kozmik hafızadan bir parçadır.
Bu bakış açısında anılarımız, sadece geçmişimizin izleri değil - o büyük kader defterinin sayfalarından süzülen ışıklardır. Belki de bu yüzden bazı anılar bu kadar canlı, bazı hatıralar bu kadar anlamlıdır.
Her müddetin (yazıldığı) bir kitap vardır. (Ra'd;38)
—Katre
Not: Bu yazı, Risale-i Nur'dan seçilen pasajların günümüz Türkçesine uyarlanması ile hazırlanmıştır. Bu çalışmada yapay zeka asistanından dil, üslup ve düzenleme desteği alınmıştır. Olası yanlış yorumlamalar ve eksiklikler yazara aittir.
0 Yorumlar