Bu üç bölümlük yazı dizisi, insanın en eski iç çatışmalarından birini —akıl ile vicdan, isyan ile tevbe, delil ile sadakat arasındaki mücadeleyi— kendi penceremizden, Kur’ânî ve varoluşsal bir zeminde değerlendirmeye çalışıyor.
Modern düşüncenin sorgulamalarına da kulak vererek, “gerçek bir soruya sadakatle yaklaşmak mümkün mü?” sorusunu merkez alıyor.
Sonunda ise, tarafları tartmak üzere çıktığımız bu yolculuk, bizi kendi içimizdeki bir terazinin başına getiriyor.
---
(Allah) buyurdu: "Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (Â’râf,12)
Ademî Duruş – Şeytanî Yüzleşme
“Dik durmak”… Aynı fiil, iki zıt yüklenişle:
Biri Âdem’in tevbesi, biri İblis’in isyanı.
İkisi de söz aldı.
Ama biri, sahibine sığınıp ondan bazı kelimeler aldı:
Bir çınar gibi vakur, bir fidan gibi kırılgan…
“Bağışla, ben kendime zulmettim…” dedi.
Diğeri, kendini savunup suçladı:
“Beni sen azdırdın. Ben de onların yolunu keseceğim. Bana mühlet ver…” dedi.
İkisi de “dik durdu” aslında.
Ama yönelişleri farklıydı:
Biri Rabbine yöneldi,
Diğeri kendine döndü ve orada kaldı.
Ne ironik: Hapsolduğu şey ona hediye edilmişti.
Ne garip: Hediyeleşmekte insan, cimrilik etmişti.
Ne yazık: Lütfedileni kendi malı sanmıştı.
Sanırım sadakatin sınandığı ilk yer orasıydı.
---
Sonsuzu Arayan Kalp
Belki de tam burada, Bediüzzaman hisle karışık bir not düşüyordu:
“İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şiddetli bir aşk var.
Her sevdiği şeyde, vehim yoluyla bir nevi beka tevehhüm eder; sonra sever.
Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder.”
Bu feryat, sadece bir kaybedişin korkusu değildir.
Sonsuzu arayan kalbin, sonluya razı olamayışıdır.
Bu mudur benim Rabbim?! diyen İbrahim a.s haykırışıdır.
Ve ekler:
“Âlem-i bekanın ve ebedî cennetin bir varlık sebebi, insanın mahiyetindeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan, kuvvetli ebediyet arzusu ve fıtrî umumî duadır.”
Kalp, kendi içinden gelen bu çağrıyı, kendi dışındaki bir sonsuzla karşılamak ister.
Bu, insanı aşan ama insanın içinden gelen bir tanımı beraberinde getirir:
“Kalb, çam kozalağı gibi bir et parçası değildir;
bir latife-i Rabbaniyedir.
Mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır.
Âlem-i gayb ve şehadet âleminin kavuşma noktası,
vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur.”
Ve o yine Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, âfakî malûmat nefse geldiği vakit, enede görülen bir musaddıktır. (tasdik edici/doğrulayıcı)
Yani, dış dünyaya ait bilgi içe düştüğünde, onun doğruluğunu tartan mihenk insanın kendi benliğidir.
---
Benliğimin İki Yüzü
İşte bu yüzleşmenin en derin halkası, insanın kendi benliğinde başlar.
İki duruş, insanın yüklendiği en ağır emanetle sınanır:
“Ene, ayna-misal ve mâna-yı harfî gibi;
manası kendinde olmayanı, başkasını
gösteren bir kıyaslama birimi
İnsan varlığının kalın ipinden şuurlu bir tel,
beşerî mahiyetin kumaşından ince bir ip,
şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir.”
Ve o elifin iki yönü vardır.
Biri kendini gösterir,
Diğeri kendini göstermez — gösterdiğini gösterir.
Biri meyveyi koparırken uzatandan alır,
Diğeri herşeyi kuru dalından bilir.
İşte insan bu ya..
Ya kendini bilir, ya kendinden/kendiliğinden bilir.
---
Kendini Kandırma Hakkım Var mı?
Asıl soru belki de budur.
İnsan ne olursa olsun, kendine mazeret üretmeden yaşamalı.
Dik dursa bile dürüst durmalı.
Şeytan, kibriyle dikleşti:
“Beni azdırmana karşılık, onların ne kadar değersiz olduklarını sana göstereceğim.” dedi.
Suçladı ama dik durdu.
Âdem ise:
Suçu üstlendi, eğildi.
Ama bu eğiliş bir düşüş değildi.
Yere eğildi ama göğe yöneldi.
Sanırım, bu iki duruş hâlâ hayatın her köşesinde:
Ya tevazu içinde yükselen bir yönelişle,
Ya hesap vermek istemeyen bir tutumla…
---
Şüphenin Turnusol Kağıdı
İtirazın kökü, belki de bu iki duruştaki ayrımın fark edilememesinde gizlidir.
Bir delil anlam üretmiyorsa, delilin arkasındaki niyet sorgulanmalıdır.
Çünkü bilginin karartma ya da aydınlatma kabiliyeti yoktur.
Delil bir aynadır.
Ama o aynada yokluk görüyorsan, bir şey eksiktir:
Ya bakışında,
Ya baktığın şeyde…
Çünkü herkes kâinatı kendi aynasıyla görür.
Ve bazı deliller ilmi ve nazari değildir.
Delil ancak dost kalarak görünür.
---
Şüpheden Tereddüte İçsel Bir Eşik
Bediüzzaman, şüphe için:
“Şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalp kabul etmezse şüpheden şetme döner.” der.
Ve devamında uyarır:
“Fakat eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar bir hale gelse, o vakit hakiki bir nevi şüphe ondan tevellüd edebilir.
Hem bîtarafane muhakeme namıyla veya insaf namına deyip şıkk-ı muhalifi iltizam ede ede, tâ öyle bir hale gelir ki ihtiyarsız taraf-ı muhalifi iltizam eder.
Ona vâcib olan hakkın iltizamı kırılır. O da tehlikeye düşer. Hasmın veya şeytanın bir vekil-i fuzulîsi olacak bir halet, zihninde takarrur eder.”
Bu, yalnızca bir zihinsel kayma değil, insanın kendi içindeki ilerleme yolunu baltalayan bir sapmadır.
Çünkü::
“İstidâdâtın (kabiliyetlerini) inkişâfâtı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder.
Ve o muameledeki terakki zembereğinin hareketi, mücahede (gayret) ile olur.
O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur.”
Yani aslında kayba dönüşen bu hâller, insanın mahiyetine yüklenmiş yükselme potansiyelinin israfıdır.
İmtihan, düşmanla değil, niyetle verilir.
---
Modern Düşüncenin Sessiz Tanıkları
Batı dünyasında, alanları ve yaklaşımları farklı, birbirinden bağımsız hatta kimi zaman çelişir görünen pek çok düşünür, ortak bir sezgiyi dillendirmektedir:
Bilginin nesnelliği ve insanın dünyayı kavrayış biçimi, salt verilerden ibaret değildir. Her bilgi, çoğu zaman ardında bir yorumla; tarafsızlık iddiasıyla örtük bir biçimde şekillenir.
Hatta insanın özgür iradesini kabul etmeyen bazı yaklaşımlar bile, bu çabalarının farkında olmadan bir tür inanç biçimine neden olduğunu sezmektedir. Bu da gösteriyor ki; düşünce, en soğuk hâlinde bile inançla karışır.
Bu nedenle bilgi, vicdanın ve insan ruhunun en hassas terazisinde tartılır.
---
Sadakatin Alnı
İnsanın en büyük aldanışı, en iyi savunmasını yaptığı yerdedir:
Kendi aklına, kendi benliğine, kendi fikrine teveccüh etmek…
Oysa gerçeğin alnı, sadakatin alnıdır.
Ve o alın yere değmeden gerçek görünmez.
Bediüzzaman, belki kendi nefsine de seslenerek şöyle hatırlatır:
“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim.
Kelimelerden maksat: mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazardır.
Cenâb-ı Hakk’ın mâsivâsına (gayrısına) mânâ-yı harfî ile ve Onun hesabına bakmak lâzımdır.
Mânâ-yı ismi ile ve esbab (sebepler) hesabına bakmak hatadır.
Nazar ile niyet, eşyanın mahiyetini değiştirir.
Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir.”
Bakış yönü, kalbin yönüyle birleştiğinde anlam doğurur.
---
Secdeye En Yakın Yer
Secde, sadece alınla yere temas değildir; yönün göğe döndüğü andır.
Ve gerçek, secdeye en yakın yerde saklıdır.
Âdem babamızın farkı da buradadır.
Eğildi. Ama bu eğiliş teslimiyetti, tevazuydu.
Evet, bazen insan düşer.
Bazen de düşüş, bir dönüş olur.
Bu yüzden düşen değil, sadakatsiz olan hor görülür.
Kibir, yenildiğinde bile kibir taşır.
Tevazu, düştüğünde bile tevazu…
Şeytan, cehenneme diklenerek yürüdü.
Âdem, cennetten kovuldu ama tevbesiyle geri döndü.
Ve onun soyundan gelen bir başka peygamber, Yunus (a.s), karanlıklar içinde (kalıp) niyazda bulundu:
«(Yâ Rabbi!) Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Şüphe yok ki ben zalimlerden oldum.» (Enbiyâ, 87)
---
Son Söz: Vicdanın Ağırlığı
“Gurbet eli bizim için yapmışlar
Çatısını çok muntazam çatmışlar
Ölüm ile ayrılığı tartmışlar
Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık”
-Karacaoğlan
Bu yazı, dijital bir zihinle ama kalbî bir sadakatle hazırlanmış üç parçalık bir yolculuğun son halkasıydı.
Her bir bölümde, aklın, şüphenin, benliğin ve sadakatin gölgesinde şekillenen bir hakikat arayışını paylaşmaya çalıştık.
İlginçtir, bu çatışma sadece inananların dünyasında değil, inancı farklı şekillerde yoklayan düşünce çevrelerinde de tartışılıyordu.
Ve görünen o ki, bu terazinin kefelerine ne konursa konsun; dirhem değil, vicdan ağır geliyordu.
-Katre
0 Yorumlar