Header Ads Widget

test banner

Sufizm ve Taoizm


En son okuduğum kitap, Toshihiko Izutsu’nun, “Sufism and Taoism: A Comparative Study of Key Philosophical Concepts” kitabı. Okuması zorlu bir kitap, çünkü çok derin. Ben derinliğine tam inemedim ama yine de, bu son zamanlarda okuduğum en etkileyici kitaptan anladığım (bence) en önemli şeyleri sizlerle paylaşmak istedim.

Aslında kitap genel olarak Sufizm ve Taoizmi incelemek yerine, Sufizm tarafından İbni Arabi’nin ve Taoizm tarafından Lao-tzu ve Chang-tzu (Zhuangzi)'nin görüşlerini inceliyor ve bu görüşler arasındaki benzerlik ve paralelliklere dikkat çekiyor. Kitabın incelediği iki ana felsefi konu, Varlığın ve Hakk’ın hüviyeti (nature of existence and Absolute); ve spiritüel aydınlanma (inner transformation of man) ve insan-ı kamil (perfect man). Ben de bunlara yoğunlaşmak istiyorum. Yazının bundan sonraki kısımlarında Sufizm yazdığımda İbni Arabi’nin görüşlerininden, Taoizm yazdığımda Lao-tzu ve Chang-tzu’nun fikirlerinden bahsediyor olacağım. Yazım, Sufizm ve Taoizm’in objektif bir incelenmesi değil, bir değerli kitaptan benim sübjektif olarak anladıklarım. İlgilenenler buyursun.

Varlığın ve Hakk’ın (Mutlak’ın) hüviyeti

Önce varlıktan (existence) başlamak lazım. Taoizm ve Sufizm’de dil bakımından çok farklılıklar olmasına rağmen (ve bu çok normal; çünkü, birisi Uzak Doğu kadim Şamanizm’inden evrilmiş ve milattan önce 500 yıllarında ortaya çıkmış bir varlık anlamlandırılması; diğeri çok daha sonra, Semitik bir teizmden ortaya çıkmış bir varlık anlamlandırması), Taoizm’deki “yu” ve Sufizm’deki “vücud” arasında benzerlikler bulabilir ve bu iki görüşün de “varlığı” temel aldığı ve özcü (essentialist) bir bakışta değil, varoluşçu (existentialist) bir bakışta olduğunu söyleyebiliriz.

Aslında bundan da öte, hem Sufizm’in, hem de Taoizm’in felsefi yapısının temelinde “varlığın birliği” kavramı (Sufizm’de “vahdet-i vücud,” Taoizm’de “t’ien ni”) var. Bu iki sistemde de bütün varlıklar evreni, “birlik” (veya teklik, “unity”) ve “çokluk” (multiplicity) arasındaki ontolojik bir gerilimle ifade ediliyor. Buradaki “birlik,” Sufizm’e göre “Hak,” Taoizm’e göre “Tao” (yani “yol”). Buradaki “çokluk,” Sufizm’e göre “mümkinat” (mümkün varlıklar,) Taoizm’e göre “wanwu” (“bin şey (a thoushand things),” yani kainat). Sufizm’de Hak’tan mümkinata “tecelli” ile geçiliyor, Taoizm’de ise Tao’dan wanwu’ya “sheng” ile, yani “varlığa geçiş” ile geçiliyor.

Burada varlığı ve teklik-çokluğu daha detaylı inceleyelim. Aristocu bakışta varoluş, fenomenal “gerçeklik” düzeyindeki bireysel “şeyler”dir. Bu bakışın temelinde herkesin sağduyu düzeyinde algıladığı varlığın sıradan deneyimleri vardır. Ancak Sufizm ve Taoizm için, fiziksel düzeyde sıradan bir zihin tarafından deneyimlenen bu “şeyler,” ancak bir rüya hükmündedir. Bu bakış açısıyla, bu düzeyde kavranan “şeyler”—sonuçta varlığın farklı fenomenal formları olsalar ve bu anlamda varlıktan başka bir şey olmasalar da—varlığın gerçek metafizik derinliğini kesinlikle açığa çıkarmazlar. Gerçek metafiziğe inmek için, Sufizm'in tabiriyle bir “ayn al basirah” (manevi görüş) ve Taoizm’in tabiriyle bir “ming” (aydınlatıcı ışık) gerekiyor. Bu mevzuyu bir sonraki bölümüzde ilerleteceğim. Şimdilik sadece hem Sufizm’in, hem Taoizm’in algılanan ve birbirinden ayrı gibi görülen şeylere, gerçekliğin arkasın saklandığı bir rüya veya bir ilizyon olarak baktığını vurgulayıp devam edelim.

Sufizm ve Taoizm, gerçekliğin tekdüze olmadığını, Mutlak'ın (Absolute) veya Hakk’ın farklı yönlerini ve tezahürlerini temsil eden çoklu katmanlardan oluştuğu iddiasında. Bu katmanlar, en anlaşılmaz ve gizemli olanlardan günlük yaşamın somut gerçekliklerine kadar uzanıyor ve çok ilginç bir şekilde, bu iki felsefenin ifade ettiği katmanların yapısı birbirine çok benziyor.

Sufizm’de katmanlar şu şekilde sıralanıyor:

1. Öz: Mutlak'ın derinliklerinin kavranamaz derinliğini temsil eden, derin karanlığa benzer mutlak bir gizem (yani “Gayb”)

2. İlahi Nitelikler ve İsimler: İlahi olanın doğasını tanımlayan özellikler ve adlandırmalar.

3. İlahi Eylemler: İlahi olanın evrenle nasıl etkileşimde bulunduğu ve onu nasıl yönettiği, “Rabb”lik kavramı.

4. İmajlar ve Benzetmeler: İlahi gerçeklikleri, insanların anlayabileceği terimlerle temsil eden sembolik formlar.

5. Duyularla Algılanan Dünya: İnsanların günlük olarak etkileşimde bulunduğu fiziksel gerçeklik.


Taoizm’de katmanlar şu şekilde sıralanıyor:

1. Gizemlerin Gizemi (Mystery of Mysteries): Tüm kavramların ötesinde, bilinmeyen

2. Var Olmayan (“Wu,” Non-being, Nothing, Nameless): Tüm varoluşun tanımsız ve isimsiz kökeni.

3. Bir (Yi): Tüm çoğulluğun öncesinde gelen birlik.

4. Varlık: Gök ve yeri (heaven and earth) de içeren tezahür etmiş dünya.

5. On Bin Şey: Dünyayı dolduran sayısız nesne ve varlıklar.

Diğer bir ilginç paralellik ise Sufizm’deki “ayan-ı sabite” (permanent archetypes) kavramı ile Taoizm’deki “boşluklar” (hollows) ve “kozmik rüzgar” (cosmic wind) kavramları arasındaki benzerlik. Bu kavramlar, bize gerçekliğin çeşitli formlara nasıl tezahür ettiğini gösteren zengin imgeler sunuyor. Sufizm’deki temel görüşlerden olan ayan-ı sabite, Tanrı bilincinde var olan ve fiziksel dünyada gerçekleşmeyi bekleyen potansiyel formlar ve niteliklerini ifade ediyor. Bu sabitler (arketipler) “ne var ne yok” olarak görüyor ve bir nevi her şeyin “blueprint”ini içeriyor. Vahdet-i vücuda geçebilmek için çok anahtar bir kavram ayan-ı sabite. Ayan-ı sabitenin varlığı bizim varlık boyutumuzda değil, bunlar “İlahi bilinç”te potansiyel olarak bulunuyor ve varlık aleminde “gerçekleştirilmeyi” bekliyor. Varlık alemindeki her şey ise, sadece ayan-ı sabitenin gerçekleştirilmiş hali. Dolayısıyla, farklı formları olsa da, özünde birler.

Buna paralel bir şekilde, Taoizm'de, boşluklar (hollows) ve kozmik rüzgar (cosmic wind) benzer fikirleri aktarmak için kullanılmış. Şöyle ifade edebiliriz, rüzgar estiğinde farklı sesler çıkaran ağaçlardaki “boşluklar,” nihai gerçeklikte mevcut olan sayısız potansiyeli simgeliyor. Aktif ve dinamik bir güç olan kozmik rüzgar, şekillendirdiği formları yaratmıyor; ancak onların var olan potansiyellerini harekete geçirerek özgün seslerini ortaya çıkarıyor. Bu anlatıda varoluşu “çıkan ses” olarak görmemiz gerekiyor ve bu şekilde baktığımızda çok güzel çıkarımlar yapabiliyoruz: (1) rüzgar olmadan bu boşlukların bir “varlığı” yok, (2) boşluklar olmadan rüzgarın bir varlığı yok, (3) tüm seslerin özü aynı, yani formları farklı olabilse de varlık “bir,” çünkü tüm varlık boşluklardan çıkan aynı rüzgarın sesi.

Bu iki anlatı da, aslında Tanrı’nın (veya kozmik rüzgar, ismine ne derseniz deyin), ancak “boşluklar” veya “arketipler”le ortaya çıktığını ve bir “şey” (substance) yerine, “yaratıcı güç” (latincesiyle “actus”) olduğunu söylüyor. Ayrıca, boşlukların ve arketiplerin kendi başına bir gerçek (“in actu”) varlığı olmadığını söylüyor (ancak potansiyel olarak (“in potentia”) varlar.) Son olarak, varlığın, yaratıcı gücün boşluklar ve arketipler üzerinden ortaya çıkardığı, değişik formlarda olsalar da, aslında “bir varlık” olduğunu söylüyor.

Sonuç olarak, her iki felsefe de, varlığın mutlak gerçekliğin ve temelinin Gayb (veya Hsuan, Gizemlerin Gizemi) olmasıyla başlıyor ve varlığın evrimine dair çok benzer fikirler sunuyor. Taoizm’deki “Yi” (“bir”), Sufizm’deki hem “ehadiyet”e, hem de “vahdaniyet”e karşılık geliyor. Buradan çıkan “çokluk” Sufizm’e göre “Rahman’ın nefesiyle,” Taoizm’e göre ise “kozmik körük” (Cosmic Bellows) veya bir “geğirme” ile ortaya çıkıyor. İlk bakışta burada, Sufizm’de bir “rahmet,” Taoizm’de bir “rahmetsizlik” olduğunu düşünebiliriz. Ama şunu görürsek bu iki felsefe arasında bir fark olmadığını anlayabiliriz. Sufizm’de Tanrı’nın, her şeye ve herkese “varlık” armağanını bahşederken gösterdiği mutlak bir tarafsızlık ve ayrımsızlık var. Taoizim’de ise, Mutlak'ın yaratıcı faaliyeti, rahmetsizlik ilkesine dayandığı için on bin şey (kainat) üzerinde tek bir istisna olmaksızın genişletilmiş. İki görüşün temelinde de ayrım yapmama ve tüm varlığa “aynı” davranma var.

Buradaki Rahmet veya Rahmetsizlik kavramları, Mutlak'ın “iyi ve kötünün ötesinde” olduğu başka bir önemli fikirle de doğrudan bağlantılı. Mutlak'ın yaratıcı faaliyeti, her şeye “varlık” bahşetmekten ibaret ve bu eylem hiçbir ahlaki yargı içermiyor. Dolayısıyla, Mutlak'ın bakış açısından, bir şeyin iyi veya kötü olup olmaması hiç önemli değil. Bu bakış açısıyla, Sufizme göre, tüm varlık, “doğru yoldadır” veya Taoizme göre, tüm var olanlar “kendilerinden öyledirler” (iyilik ve kötülük içermezler). Burayı bir sonraki bölümüzde biraz daha açalım.

Spiritüel Aydınlanma ve İnsan-ı Kamil:

Sufizm ve Taoism’de, spiritüel aydınlanma ancak, kişinin tüm arzularından ve daha önemlisi “aklın faaliyetlerinden” arındırılması ile olabilir. Diğer bir deyişle, bu süreç, tüm akıl faaliyetleri ve arzuların ampirik öznesi olan “benlik”in tamamen yok edilmesini içeriyor (Sufizm’in tabiriyle “fena,” Taoizm’in tabiriyle “tso wang” (sitting in oblivion, unutulmuş bir şekilde oturmak)). Bunu yapabilmek için insanın “içine dönmesi,” koşullandırılmamış ve saf bilince ulaşması (Taoizm’in tabiriyle, bilinçteki tüm kapıların ve pencerelerin kapatılması) gerekiyor.  Ampirik benliğin yok edilmesi, yeni bir benliğin, kozmik benliğin gerçekleştirilmesi sonucunu doğuruyor (Sufizm’in tabiriyle “beka,” Taoizm’in tabiriyle “gizemli ayna” (mysterious mirror).)

Peki aydınlanma için neden içimize dönmemiz gerekiyor? Çünkü dış şeylere (Mutlak'ın formları olmasına ve bunu entelektüel olarak bilmemize rağmen,) nüfuz edip, içlerinde aktif olarak çalışan Mutlak'ı “deneyimleyemeyiz.” Yapabileceğimiz tek şey onlara dışarıdan bakmaktır. Yalnızca kendi benliklerimiz söz konusu olduğunda, her birimiz iç dünyamıza girebilir ve kendimizde sürekli olarak çalışan Mutlak'ı sezgisel olarak kavrayabiliriz. Yalnızca bu şekilde Varoluşun Gizemine öznel olarak katılabiliriz.

Peki akıl faliyetlerinden neden arınmalıyız? Çünkü kavramsal sınırların düzgün bir şekilde belirlenmediği yerlerde akıl çok güçsüz kalıyor. Akıl'a göre, “gerçeklik” çeşitli “şeylerden” ve “niteliklerden” oluşuyor, her biri kendisini diğerlerinden ayıran bir “öz”e sahip. Bu “şeyler” ve “nitelikler” ise gerçekte, Mutlak'ın kendini gösterdiği pek çok formdan başka bir şey değil, aslında arkalarında Mutlak'ı gizliyorlar. Akıl, gerçeği kalıplara sokmaya çalışarak, üstüne binalar yaparak gerçeği saklıyor. Dolayısıyla hakikate ulaşmak “ekleme yapılarak” değil, “unutarak” ve “saf bilince” ulaşarak mümkün. Bu iki felsefeye göre “şey”leri birliğe (veya, Taoizm’e göre “kaos”a) çevirip ve gerçekliği “şu veya bu,” “iyi veya kötü,” “doğru veya yanlış” gibi terimler dışında yorumlamak, aydınlanmak için tek yol. Burada çıkılan yer, Rumi’nin çok güzel bir şiirinde ifade ettiğinden başkası değil gibi görünüyor:

“Yanlış ve doğru fikirlerinin ötesinde, orada bir alan var.

Seninle orada buluşacağım.


Ruh o çimlere uzandığında, dünya, hakkında konuşulamayacak kadar doludur.

Fikirler, dil, hatta “birbirimiz” ifadesi bile anlamını yitirir.”


Bilinç “arındığında” ve insan metafiziksel bir boşluk haline geldiğinde, içini ve dişini unutarak, kendini Taoizm’in “aydınlanma” (ming) olarak adlandırdığı ve Sufizm’in “açığa çıkarma” (keşf) veya “tat” (zevk) olarak adlandırdığı deneyimi yaşamaya müsait hale geliyor. Hem “aydınlanmanın” hem de “keşfin ve zevkin” karakteristik özelliği, bu nihai aşama tam olarak gerçekleştiğinde, “arınma” sürecinde bilinçten silinen “şeylerin” hepsinin tamamen dönüşmüş olarak tekrar zihne (bilince) dönmesi. Bu şekilde bir bilinç, Taoism’deki iyi cilalanmış lekesiz bir ayna veya “Gizemli Ayna” haline geliyor.

Metafiziksel sezginin en yüksek aşaması, sadece Mutlak'ı gören ve onun fenomenal yönünden tamamen habersiz olmak değil. Bu aşama Sufizm’de, hem yaratıkları hem de Mutlak'ı bir Gerçekliğin iki yönü olarak, ya da sürekli ve aralıksız olarak kendini çeşitlendiren tek bir Gerçeklik olarak görmek: “öz”de “bir,” “isimler” acısından “her şey” olmak. Sufizm’deki “insanı kamil” doğru-yanlış, iyi-kötü, şu-bu kavramlarının birer ilizyon olduğunun bilincinde olduğu halde, yine de bu kavramların pratik hayattaki önemine göre davranabiliyor.

Aynı şekilde, Taoizm'in Mükemmel İnsani da Varoluşun fenomenal düzeyinde çeşitliliği algılayıp Gizemli Aynasının kusursuz yüzeyinde onların “belirip kayboluşlarını” yansıtıyor. Ancak, bu sürekli değişen formların “çiçek dürbünü” halleri, Mükemmel insanın zihninin kozmik huzurunu bozmuyor, çünkü bu insan, fenomenal dünyanın çeşitliliğinin perde arkasında, metafiziksel “Bir”liği seziyor. Bu insan, kendisi sürekli dönüşüm akışıyla bir olduğu için, “Bir” ile bir bütün oluyor.

İnsan-ı kamillerden olması muhtemel Frithjof Schuon bir yerde şöyle diyor: 

Benim aslında ilgilendiğim, “gizli din.” Bütün formların ardında gizlenen “aynı” gerçek!

Bu yazıya benim “gizli din”in ne olduğu fikrimle son vereyim. Gizli din, birlik, varlığın birliği, birlemek fikri, birliğin idraki.

-İsa Hafalır


author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

52 Yorumlar

  1. Güzel bir yazı elinize sağlık. Ben de tesadüf eseri aşağıda linkini verdiğim kitabını okumuştum. Kelimelerin kökeni, sonra Kur'an ın aynı kelimeleri kullanarak yeni bir dil, dünya görüşü kurması beni etkilemişti. Eski basım bir kitap ve olabildiğince de nesnel yazmaya çalışan bir yazar izlenimi vermişti. Genelde birilerinin oryantalist diye nitelendirdiği kimseler çok ağır şeyler yazıyorlar İslam dini hakkında. Kendisinde, böyle bir saldırganlık, hakaret şöyle dursun çoğu temel konuları anlamış bir görüntü var. Hatta google da ismini arattiginizda müslüman oldu mu gibi şeyler çıkıyor:)

    https://www.scribd.com/doc/227343645/Kur-an-da-Allah-ve-%C4%B0nsan-pdf

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Bu kitabı da okuyayım.

      Sil
  2. Mümkinat, eşya, varlıklar, maddi alemin gerçekliği (bir ilüzyon, rüya olup olmadıkları) üzerine:

    Saltanat-ı ulûhiyet, Rahmân, Rezzâk, Vehhâb, Hallâk, Fa’âl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esmâ-i mukaddeseyi (mukaddes isimleri) hakikî olarak iktiza ediyor (gerektiriyor).

    O hakikî esmâ dahi, hakikî aynaları iktiza ediyorlar.

    Şimdi, ehl-i vahdetü’l-vücud madem "Ondan başka hiçbir mevcut yoktur." der, hakaik-i eşyayı (eşyanın hakikatini) hayal derecesine indirir.

    Cenâb-ı Hakkın Vâcibü’l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var.

    Belki aynaları, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî (yokluk gibi) dahi olsa, onlara zarar etmez.

    Belki vücud-u hakikînin aynasında vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur.

    Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî (varsayılmış, göreceli) oluyor.

    Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî (dolaylı) olamazlar.

    İşte, Sahabe ve asfiya-i müçtehidîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt, "Eşyanın hakikatleri kesin olarak vardır." derler ki, Cenâb-ı Hakkın bütün esmâsıyla hakikî bir surette tecelliyâtı var.

    Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi (asli olmayan, sonradan olan, geçici bir varlığı) vardır.

    Ve o vücut (varlık), çendan (her ne kadar) Vâcibü’l-Vücudun vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim (zan, kuruntu) değildir.

    Cenâb-ı Hak, Hallâk ismiyle vücut veriyor ve o vücudu idame ediyor (devam ettiriyor).

    YanıtlaSil
  3. Tarikatin gayet mühim bir meşrebi olan "vahdetü’l-vücud" namı altındaki vahdetü’ş-şuhud, yani, Vâcibü’l-Vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip (bir noktaya odaklanma),

    sair mevcudatı, o vücud-u Vâcibe (varlığı vacip olana) nispeten o kadar zayıf ve gölge görür ki,

    vücut ismine lâyık olmadığını hükmedip, hayal perdesine sarıp, terk-i mâsivâ (dünyayı, ondan gayrısını terk) makamında onları hiç saymak,

    hattâ mâdum (yok) tasavvur etmek, yalnız cilve-i esmâ-i İlâhiyeye hayalî bir ayna vaziyeti vermek kadar ileri gider.

    İşte bu meşrebin ehemmiyetli bir hakikati var ki:

    Vâcibü’l-Vücudun vücudunu, iman kuvvetiyle ve yüksek bir velâyetin hakkalyakin derecesinde inkişafıyla, vücud-u mümkinat o derece aşağıya düşer ki,

    hayal ve ademden (yokluktan) başka onun nazarında makamları kalmaz; adeta Vâcibü’l-Vücudun hesabına kâinatı inkâr eder.

    Fakat bu meşrebin tehlikeleri var. En birincisi şudur ki:

    Erkân-ı imaniye altıdır.

    İman-ı billâhtan başka, iman-ı bi’l-yevmi’l-âhir (ahiret gününe iman) gibi rükünler var.

    Bu rükünler ise, mümkinatın vücutlarını ister.

    O muhkem erkân-ı imaniye (iman esasları) hayal üstünde bina edilmez.

    Onun için, o meşrep sahibi, âlem-i istiğrak ve sekirden (kendinden geçilen manevi sarhoşluk âleminden) âlem-i sahve (uyanıklık alemine) girdiği vakit,

    o meşrebi beraber almamak gerektir ve o meşrebin muktezasıyla amel etmemek lâzımdır.

    Hem, kalbî ve hâlî ve zevkî olan bu meşrebi, aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemektir.

    Çünkü, Kitap ve Sünnetten gelen desâtir-i akliye (aklı düsturlar) ve kavânin-i ilmiye (ilmi kanunlar) ve usul-ü kelâmiye o meşrebi kaldıramıyor, kabil-i tatbik olamıyor.

    Onun için, Hulefâ-yı Râşidînden ve Eemme-i Müçtehidînden ve Selef-i SÂlihînin büyüklerinden, o meşrep sarihan (açıklıkla) görünmüyor.

    Demek, en âli bir meşrep değil.

    Belki yüksek, fakat nâkıs (noksan); çok ehemmiyetli, fakat çok hatarlı; çok ağır, fakat çok zevklidir.

    O zevk için ona girenler, ondan çıkmak istemiyorlar; hodgâmlıkla, en yüksek mertebe zannediyorlar.

    YanıtlaSil
  4. Eğer, insan yalnız bir kalbden ibâret olsaydı,

    bütün mâsivâyı terk, hattâ esmâ ve sıfâtı dahi bırakmak,

    yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rabt-ı kalb etmek (kalbini bağlamak) lâzım gelirdi.

    Fakat, insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi (latifeleri, ince kabiliyetleri) ve hasseleri vardır.

    İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette (kulluk yolunda), hakikat cânibine (tarafına) sevk etmek ile,

    Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette;

    kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün.

    Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır (çaresizlik sonucudur).

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evladım bu sentaksı bozuk laftan ibaret metinleri neden paylaşıp duruyorsun.

      Sil
  5. Varlıkların belirip kayboloşu, çeşitliliği üzerine:

    Cenâb-ı Hakkın Esmâ-i Hüsnâsının had ve hesaba gelmez türlü türlü tecelliyâtı vardır.

    Mahlûkatın tenevvüleri ve ihtilâfları, o tecelliyâtın tenevvülerinden ileri geliyor.

    İşte, her kemâl ve cemâl sahibi, fıtraten cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca,

    o muhtelif esmâ dahi, daimî ve sermedî oldukları için,

    daimî bir surette Zât-ı Akdes hesabına tezahür isterler.

    Yani nakışlarını görmek isterler.

    Yani, kendi nakışlarının âyinelerinde cilve-i cemâllerini ve in’ikâs-ı kemâllerini görmek ve göstermek isterler.

    Yani, kâinat kitab-ı kebîrini ve mevcudatın muhtelif mektubatını ânen feânen tazelendirmek,

    yani yeniden yeniye mânidar yazmak,

    yani birtek sahifede ayrı ayrı binler mektubatı yazmak

    ve herbir mektubu Zât-ı Mukaddes ve Müsemmâ-yı Akdesin nazar-ı şuhuduna izhar etmekle beraber,

    bütün zîşuurun nazar-ı mütalâasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.

    YanıtlaSil
  6. Nasıl ki mahlûkattaki faaliyet bir iştah, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor.

    Ve hattâ herbir faaliyette katiyen lezzet vardır.

    Belki herbir faaliyet bir nevi lezzettir.

    Öyle de, Vâcibü’l-Vücuda lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına münasip bir şekilde,

    hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var.

    Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var.

    Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var.

    Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tabir caizse, hadsiz bir lezzet-i mukaddese var.

    Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlûkatın, faaliyet-i kudret içinde ve istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahmân-ı Rahîme ait, tabir caizse,

    hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki,

    hadsiz bir surette hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.

    YanıtlaSil
  7. Arkadaş! Hayat, Hâlıkın ehadiyetine bürhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir.

    Evet, nasıl akan nehirlerin, dalgalanan denizlerin kabarcıkları ve yeryüzünde bulunan sair şeffaflar,

    şemsin ziyâ ve timsallerini göstermekle şemsin vücuduna şehadet ettikleri gibi,

    o kabarcık gibi şeffaflar ölüp söndükten sonra yerlerine müteselsilen gelip geçen emsalleri, yine şemsin ziyâ ve timsallerini gösterdiklerinden,

    şemsin devam ve bekasına ve bütün o şuâat, celevat ve timsallerin bir şems-i vâhidin eseri olduklarına şehadet ediyorlar.

    İşte o şeffaflar, vücutlarıyla şemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriyle de şemsin devam ve bekasına delâlet ediyorlar.

    Kezalik, mevcudat, vücuduyla Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna

    ve ölüm ve zevaliyle, teceddüdî bir teselsülle yerlerine gelen emsali,
    Sâniin ezelî ve ebedî vâhidiyetine şehadet ediyorlar.

    Evet, leyl ve neharın ihtilâfı, fusul-i erbaanın tahavvülü ve unsurların tebeddülü hengâmlarında meydana çıkan şu güzel mevcudat ve bu lâtif masnuatta devamla cereyan eden mübadele ve devir ve teslim muamelesi

    kat’î bir şehadetle, sermedî, âlî, dâimüttecellî bir Sahib-i Cemalin vücuduna ve bekasına ve vahdetine şehadet eden kat’î bir bürhandır.

    Ve keza, senevî inkılâplarda, müsebbebatla esbabın birlikte ölüm ve zevali ve sonradan ikisinin yine birlikte iâdeleri,

    esbabın da müsebbebat gibi âciz masnu ve mahlûklardan olduğuna delâlet ettiği gibi,

    bu masnuat ve mevcudatın, bir Zât-ı Vâhidin müteceddid bir san’atı olduğuna da şehadet eder.

    YanıtlaSil
  8. İçe dönüşün ayaklarından biri olan nefis ve onun tabiatı, emel ve arzularını üzerine:

    Ve keza, seni nefsini sevmeye sevk eden esbab (sebepler):

    "1. Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.

    "2. Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.

    "3. İnsana en karib (yakın) nefistir" diyorsun.

    Pekala. Fakat, o fani lezzetlere mukabil,

    lezaiz-i bakiyeyi (sonsuz lezzetleri) veren Halıkı daha ziyade ubudiyetle (kulkukla) sevmek lazım değil midir?

    Nefis vücuda merkez olduğundan muhabbete layık ise,

    o vücudu icad eden ve o vücudun kayyümu olan (ayakta tutan) Halık,

    daha fazla muhabbete, ubudiyete müstehak olmaz mı?

    Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu sebeb-i muhabbet olursa,

    bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nafi’, Baki ve daha karib olan,

    daha ziyade muhabbete layık değil midir?

    Binaenaleyh, bütün mevcudata inkısam eden (bölünmüş ) muhabbetleri cem (toplama) ve muhabbetinle beraber

    mahbub-u hakiki olan Fatır-ı Hakime ihda etmek (hediye etmek) lazımdır.

    YanıtlaSil
  9. Nefs-i insaniye, muaccel (peşin) ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel (ertelenmiş), gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi,

    hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir.

    Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez.

    Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder.

    Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyade çekinir.

    Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar.

    Nefis dahi yardım etse, mahall-i iman (imanın yeri) olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar.

    Şu halde, kebâiri (günah) işlemek imansızlıktan gelmiyor,

    belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.

    YanıtlaSil
  10. İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle, nefsini sever.

    Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever;

    başka herşeyi nefsine fedâ eder.

    Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder, mâbuda lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden (ayıplardan) tenzih ve tebrie eder (temize çıkarır).

    Elden geldiği kadar, kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez;

    nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdâfaa eder.

    Hattâ fıtratında tevdî edilen ve Mâbud-u Hakîkinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidâdı

    kendi nefsine sarf ederek

    -Nefsinin arzusunu kendisine mâbud edinip onun her emrine uyan kimse... (Furkan Sûresi: 43.)- sırrına mazhar olur;

    kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir.

      Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir.

      O vücudu yolda bulmuş, lakîta (sahipsiz malardan) olarak temellük de etmiş (sahiplenmiş) değildir.

      Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almış değildir.

      Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san’at, acip nakışların şehadetiyle,

      bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden (kudret elinden) çıkmış kıymettar bir hane olup,

      insan o hanede emaneten oturur.

      O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir.

      Ve keza, esbab (sebepler) içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar (seçim) sahibi insan iken,

      ef’âl-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği ef’âlin (fiillerin)

      ekl, şürb (yeme, içme) gibi en âdi bir fiilin husûlünde, yüz cüz’ünden ancak bir cüz’ü insana aittir.

      Ve keza, insanın elindeki ihtiyar pek dardır.

      Havâssının en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez.

      Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına idhal (dahil) edip, onlarla iftihar ediyorsun?

      Ve keza, şuurî olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir.

      O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taallûk etmediğinden sâbit olur ki,

      o fiillerin fâili bir Sâni-i Zîşuurdur.

      Ne sen fâilsin ve ne senin esbabın...

      Binaenaleyh, mâlikiyet dâvâsından vazgeç.

      Kendini mehasin (iyilik, güzelliklere) ve kemâlâta masdar olduğunu zannetme.

      Ve kat’iyen bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır.

      Çünkü, sû-i ihtiyarınla, sana verilen kemalâtı bile tağyir ediyorsun.

      Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir.

      Mehasinin hep mevhubedir (verilmiş, ihsan edilmiş); seyyiatın meksûbedir (kazanılmıştır).

      Sil
  11. Aklın karşılaştığı zorluklar, afâki tefekkür üzerine:

    Evet, bazı insanlar zerrede boğulurlar.

    Bazısında da dünya boğulur.

    Bazılar da, kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin (çokluğun) en geniş bir alemini açar, fakat içinde boğulur.

    Sahil-i vahdet ve tevhide zorla vasıl olur.

    Demek, insanın seyr-i ruhanisinde çok tabakalar vardır.

    Bir tabakada, insanlara huzur-u tevhid pek suhuletle (kolaylıkla) nasip ve müyesser olur.

    Bir tabakasında da gaflet ve evham öyle istila eder ki, kesret içinde gark olmakla (batmakla), tam manasıyla tevhidi unutmuş olur.

    Sukutu suüd, tedenniyi terakki, cehl-i mürekkebi yakin, uykunun son perdesini intibah zan ve tevehhüm eden bir kısım medeniler, ikinci tabakadaki insanlardandır.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. .... zikrettiğimiz bürhanlar (deliller), matlubu (istenileni) ihata eden bir dairedir.

      Matlup olan vücub-u vücud ve vahdet (vacibiyet ve birlik) o dairenin merkezindedir.

      Daireyi teşkil eden bürhanların herbirisi, parmağını uzatıp, matlubun hak ve sadık olduğuna imza atıyorlar.

      O bürhanlardan zayıf olanların aralarında tesanüd (yardımlaşma) vardır.

      Yani, birbirini teyid ve takviye etmekle, zayıf bürhanların zâfiyeti zâil olur.

      Zâil olmasa bile itibardan düşmez.

      İtibardan düşse bile, dairenin bozulmasına sebep olmaz. Ancak daire küçülür.

      Maahaza, bürhanların heyet-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu (açıklığını)

      her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz’iyetine işaret olup,

      matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor.

      Binaenaleyh, bir bürhana bakıldığı zaman zâfiyetten dolayı vehimler başgösterirse,

      öteki bürhanlardan süzülen kuvvetle ortada zâfiyet kalmaz; vehimler de dağılır.

      Sil
  12. İ’lem eyyühe’l-aziz!

    Tefekkür gafleti izale eder.

    Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor.

    Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap.

    Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme.

    Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur.

    Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

    Arkadaş!

    Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin.

    Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır.

    Evham ise havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder.

    İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İnsanları fikren dalalete atan sebeplerden biri,

      ülfeti ilim telakki etmeleridir.

      Yani melüfları olan şeyleri kendilerince malum bilirler.

      Hatta, ülfet dolayısıyla adiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler.

      Halbuki, ülfetlerinden dolayı malüm zannettikleri o adi şeyler,

      birer harika ve birer mucize-i kudret oldukları halde,

      ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar;

      ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye im’an-ı nazar edebilsinler.

      Sil
    2. Allah’a giden yollar, mahlukatın nefesleri sayısıncadır.

      S : Neden aklıyla herkes göremiyor?

      C: Kemal-i zuhurundan ve zıddın ademinden.

      Sil
    3. Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallitleriyle münazarayla iştigal edenler büyük bir tehlikeye mâruzdurlar.

      Çünkü, nefisleri tezkiyesiz (arınmamış) ve emniyetsiz olması ihtimaliyle

      tedricen (azar azar) hasımlarına mağlûp olur ki,

      bîtarafâne muhakeme denilen munsıfâne (insaflıca) münazarada nefs-i emmâreye emniyet edilemez.

      Çünkü, insaflı bir münâzır, hayalî bir münazara sahasında,

      ara sıra hasmının libasını (elbisesini) giyer, ona bir dâvâ vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur.

      Bu vaziyetin tekrarıyla dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zarar verir.

      Lâkin, niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur.

      Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfardır.

      Bu suretle o lekeyi izale edebilir.

      Sil
  13. Kırk elli sene evvel, Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için,

    hakikatü’l-hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı.

    Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi.

    Çünkü, aklı, fikri hikmet-i felsefiyeyle bir derece yaralıydı, tedavi lâzımdı.

    Sonra, hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi.

    Baktı, onların herbirinin ayrı, câzibedar bir hassası var.

    Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı.

    İmam-ı Rabbânî de ona gaybî bir tarzda "Tevhid-i kıble et" demiş.

    Yani, "Yalnız bir üstadın arkasından git"

    O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:

    "Üstad-ı hakikî Kur’ân’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur" diye,

    yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûke başladılar.

    Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu mânevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti.

    Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazâlî (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi

    kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş.

    Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle, irşadıyla hakikate bir yol bulmuş, girmiş.

    YanıtlaSil
  14. İlahi bilinç, ayan-ı sabite üzerine:

    Evet, nasıl katreler (damlalar) buluttan haber verir, reşhalar (sızıntı, damlacıklar) su menbaını (kaynağının) gösterir,

    senetler, cüzdanlar, bir defter-i kebîrin (büyük defterin) vücuduna işaret ederler;

    öyle de, şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki (canlılardaki ) intizam-ı maddî olan bedihî kader

    ve intizam-ı mânevî ve hayatî olan nazarî kaderin

    reşhaları, katreleri, senetleri, cüzdanları hükmünde olan

    meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, sûretler, şekiller,

    bilbedâhe Kitâb-ı Mübîn denilen irâde ve evâmir-i tekviniyenin defterini

    ve İmâm-ı Mübîn denilen ilm-i İlâhînin bir divânı olan Levh-i Mahfuz’u gösterir.

    YanıtlaSil
  15. Kur’ân-ı Hakîmde İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin mükerrer yerlerde zikredilmiştir.

    Ehl-i tefsir "İkisi birdir"; bir kısmı "Ayrı ayrıdır" demişler.

    Hakikatlerine dair beyanatları muhteliftir.

    Hülâsa, "İlm-i İlâhînin ünvanlarıdır" demişler.

    Fakat Kur’ân’ın feyziyle şöyle kanaatim gelmiş ki:

    İmam-ı Mübin, ilim ve emr-i İlâhînin bir nevine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor.

    Yani, zaman-ı halden ziyade, mazi ve müstakbele nazar eder.

    Yani, herşeyin vücud-u zâhirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar.

    Kader-i İlâhînin bir defteridir.

    Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlâhînin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları,

    kemâl-i intizamla eşyanın vücutlarını gayet san’atkârâne intaç etmesi cihetiyle,

    elbette desâtir-i ilm-i İlâhînin bir defteriyle tanzim edildiğini gösteriyorlar.

    Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları, ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden,

    elbette evâmir-i İlâhiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar.

    YanıtlaSil
  16. Amma Kitab-ı Mübin ise, âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şehadete bakar.

    Yani, mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra nazar eder.

    Ve ilim ve emirden ziyade kudret ve irade-i İlâhiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır.

    İmam-ı Mübin kader defteri ise,

    Kitab-ı Mübin kudret defteridir.

    Yani, herşey vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuûnâtında kemâl-i san’at ve intizamları gösteriyor ki,

    bir kudret-i kâmilenin desâtiriyle ve bir irade-i nâfizenin kavâniniyle vücut giydiriliyor;

    suretleri tayin, teşhis edilip birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor.

    Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kavânini, bir defter-i ekberi vardır ki,

    herbir şeyin hususî vücutları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir.

    YanıtlaSil
  17. Varlıkların ortaya çıkaran Kudret hakkında:

    -temsilde kusur yok-

    nasıl ki, nurâniyet sırrıyla, güneşin cilvesi, kendi ihtiyârıyla olsa da,

    bir zerreye suhûletle verdiği cilveyi, aynı suhûletle hadsiz şeffâfâta da verir.

    Hem, şeffâfiyet sırrıyla, bir zerre-i şeffâfenin küçük gözbebeği,

    güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsâvidir.

    Hem, intizam sırrıyla, bir çocuk parmağıyla gemi sûretindeki oyuncağını çevirdiği gibi,

    kocaman bir diritnotu da çevirir.

    Hem, imtisâl sırrıyla, bir kumandan, birtek neferi bir arş emriyle tahrik ettiği gibi,

    bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder.

    Hem, muvâzene sırrıyla, cevv-i fezâda bir terazi ki, öyle hakiki hassas ve o derece büyük farz edelim ki,

    iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder. Ve iki güneşi de istiâb edip tartar.

    O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvâta, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa, birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir.

    Mâdem şu âdi, nâkıs, fânî mümkinâtta

    nurâniyet ve şeffâfiyet ve intizam ve imtisâl ve muvâzene sırlarıyla en büyük şey en küçük şeye müsâvi olur,

    hadsiz hesabsız şeyler birtek şeye müsâvi görünür;

    elbette Kadîr-i Mutlakın zâtî ve nihayetsiz ve gayet kemâlde olan kudretinin nurânî tecelliyâtı

    ve melekûtiyet-i eşyanın şeffâfiyeti

    ve hikmet ve kaderin intizamâtı

    ve eşyanın evâmir-i tekviniyesine kemâl-i imtisâli

    ve mümkinâtın vücud ve ademinin müsâvâtından ibâret olan imkânındaki muvâzenesi sırrıyla,

    az çok, büyük küçük Ona müsâvi olduğu gibi,

    bütün insanları birtek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilir.

    YanıtlaSil
  18. Hem, bir şeyin kuvvet ve zaafça merâtibi, o şeyin içine zıddının müdâhalesidir.

    Meselâ, hararetin derecâtı, soğuğun müdâhalesidir; güzelliğin merâtibi, çirkinliğin müdâhalesidir; ziyânın tabakàtı, karanlığın müdâhalesidir.

    Fakat, birşey zâtî olsa, ârızî olmazsa, onun zıddı ona müdâhale edemez.

    Çünkü, cem’-i zıddeyn lâzım gelir.

    Bu ise, muhâldir.

    Demek asıl, zâtî olan bir şeyde merâtib yoktur.

    Mâdem, Kadîr-i Mutlakın kudreti zâtîdir, mümkinât gibi ârızî değildir ve kemâl-i mutlaktadır.

    Onun zıddı olan acz ise, muhâldir ki, tedâhül etsin.

    Demek, bir baharı halk etmek, Zât-ı Zülcelâline bir çiçek kadar ehvendir.

    Eğer esbâba isnad edilse, bir çiçek, bir bahar kadar ağır olur.

    Hem, bütün insanları ihyâ edip haşretmek, bir nefsin ihyâsı gibi kolaydır.

    YanıtlaSil
  19. Amprik benliğimiz üzerine:

    Sâni-i Hakîm, insanın eline, emânet olarak,

    rubûbiyetinin sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek,

    tanıttıracak, işârât ve numûneleri câmi’ bir ene vermiştir;

    tâ ki, o ene bir vâhid-i kıyasî olup, evsâf-ı rubûbiyet ve şuûnât-ı ulûhiyet bilinsin.

    Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil.

    Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir.

    İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir.

    Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken,

    mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşv ü nemâ bulur,

    gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır, koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder.

    Bütün o insan, bütün letâifiyle âdetâ ene olur.

    Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip,

    o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder.

    Sonra, kıyas-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip

    Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbâba taksim eder; gayet azîm bir şirke düşer,

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Enâniyetin vücudu (benliğin varlığı) ise, haksız temellük (sahipleniş) ve aynadarlığını bilmemek ve mevhumu (belli belirsiz olanı) muhakkak bilmekten ileri geldiğinden vücud (varlık) rengini ve suretini almış bir ademdir (yokluktur).

      Sil
  20. Yazı içeriğinde bulunmamakla birlikte şeytanın insana musallat edilmesi hakkında:

    Şeytanın vücudunda cüz’î şerlerle beraber birçok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemâlât-ı insaniye vardır.

    Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var;

    mahiyet-i insaniyedeki istidatta dahi ondan daha ziyade merâtip var.

    Belki zerreden şemse kadar dereceleri var.

    Bu istidâdâtın inkişâfâtı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder.

    Ve o muameledeki terakki zembereğinin hareketi, mücahede ile olur.

    O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur.

    Yoksa, melâikeler gibi, insanların da makamı sabit kalırdı.

    O halde insan nevinde binler envâ hükmünde sınıflar bulunmayacak...

    YanıtlaSil
  21. Şeytan, cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar.

    Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler.

    Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desiselerine hem kabile, hem nâkile iki cihaz hükmündedir.

    YanıtlaSil
  22. Hem bazan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde, Cenâb-ı Hak hakkında fena sözler söyler.

    O adam zanneder ki, onun kalbi bozulmuş ki böyle söylüyor; titriyor.

    Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki,

    o sözler kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor

    veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aklı vahyin hizmetine verme, aşırı şüphecilikle hareket etmeme, itikadi meselerde vahyi esas alma veya eşitler arasında birinci kabul etme denebilecek bir yaklaşım:

      Dedim: Ey Şeytan!

      Bîtarafâne (tarafsız) muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir.

      Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin,

      dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır.

      (muhalif tarafı gerekli kılma, muhalif şıkkı esas tutmadır)

      Bîtaraflık değildir, muvakkaten (geçici bir süre ile) bir dinsizliktir.

      Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir.

      Belki bâtıla tarafgirliktir.

      ... münazaan fîh (çekişmeli) bir mal bulunsa, eğer iki müddeî (iddia eden) birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân (mekan yakınlığı) varsa,

      o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak.

      Hangisi ispat etse, o alır.

      Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise,

      o vakit, kaideten (kural olarak), sahibü’l yed (mal sahibi) kim ise onun elinde bırakılacaktır.

      Çünkü ortada bırakmak kabil değildir.

      İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır.

      Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır.

      Öyleyse, Kur’ân için sahibü’l yed (mal sahibi), taraf-ı İlâhîdir.

      Öyleyse, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata (ispat delillerine) bakılacak.

      Sil
  23. Varlıkları belki şöyle sınıflandırmak mümkün:

    Rabbü’l-âlemîn şu kâinat sarayında, şu daire-i esbâb içinde

    hem melâikeyi, hem hayvanâtı, hem cemâdât ve nebâtâtı (cansız varlıklar ve bitkileri), hem insanları istihdam ediyor.

    Onlara ibâdet ettiriyor.

    Şu dört nevi (sınıfı), ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetle (kulluk vazifesi ile) mükellef etmiştir.

    Birinci kısım:

    Melâikeler ise, onlarda mücâhede (cehd, gayret) ile terakkiyât (ilerleme) yoktur, belki her birinin sabit bir makamı, muayyen (belirli) bir rütbesi vardır.

    Fakat, onların, nefs-i amellerinde bir zevk-i mahsusaları (kendilerine has zevki) var, nefs-i ibâdetlerinde derecâtlarına göre tefeyyüzleri (feyizlenmeleri) var.

    Demek o hizmetkârlarının mükâfatı hizmetlerinin içindedir.

    Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele, hayvanâttır.

    Hayvanât dahi, iştihâ sahibi ve bir nefis ve bir cüz-i ihtiyârîleri olduğundan, amelleri "hâlisen livechillâh" (yalnız Allah için) olmuyor.

    Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar.

    Onun için Mâlikü’l-Mülk-ü Zülcelâli ve’l-İkram, Kerîm olduğundan

    onların nefislerine bir hisse vermek için amellerinin zımnında (içinde saklı olarak) onlara bir maaş ihsan ediyor.

    Üçüncü kısım ameleler, nebâtât ve cemâdâttır (bitkiler topluluğu ve cansız varlıklardır).

    Onların cüz-i ihtiyârîleri olmadığı için, maaşları yoktur.

    Amelleri ,"hâlisen livechillâhtır" ve

    Cenâb-ı Hakkın irâdesiyle ve ismiyle ve hesâbiyle ve havl ve kuvvetiyledir.

    Fakat nebâtâtın gidişâtlarından hissolunuyor ki,

    onların vezâif-i telkıh ve tevlidde (üreme ve tozlaşma, döllenme vazifelerinde) ve meyvelerin terbiyesinde bir çeşit telezzüzâtları (lezzetleri) var.

    Fakat, hiç teellümâta (eleme, üzüntüye) mazhar değiller.

    Hayvan, muhtar (serbest, hür) olduğu için, lezzet ile beraber elemi de var.

    Cemâdât ve nebâtâtın amellerinde ihtiyâr gelmediği (istek, seçim olmadığı) için

    eserleri de ihtiyâr sahibi olan hayvanların amellerinden daha mükemmel oluyor.

    İhtiyâr sahibi olanların içinde, arı emsâli gibi vahiy ve ilham ile tenevvür edenlerin (nurlanananların) amelleri,

    cüz-i ihtiyârîsine itimad edenlerin amellerinden daha mükemmeldir.

    Dördüncü kısım, insandır.

    Şu kâinat sarayında bir nevi hademe (hizmetkâr) olan insanlar,

    hem melâikeye benzer, hem hayvanâta benzer.

    Melâikeye, ubûdiyet-i külliyede, nezâretin şümûlünde, mârifetin ihâtasında, Rubûbiyetin dellâllığında meleklere benzer; belki insan daha câmi’dir (kapsayıcıdır).

    Fakat, insanın şerîre (şerli) ve iştihâlı bir nefsi bulunduğundan,

    melâikenin hilâfına olarak, pek mühim terakkiyât ve tedenniyâta (yükselme ve alçalmaya) mazhardır.

    Hem, insan, amelinde nefsi için bir haz ve zâtı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer.

    Öyle ise, insanın iki maaşı var: Biri cüz’îdir, hayvanîdir, muacceldir (peşindir);

    ikincisi melekîdir, küllîdir, müecceldir (sonraya bırakılmıştır).

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İnsanın vazife-i asliyesi imân ve duâdır.

      Şu meselenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları,

      o meseleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı kâtidir. (açık ve kesin bir delildir)

      Çünkü hayvan, dünyaya geldiği vakit, âdetâ başka bir âlemde tekemmül etmiş (tamamlanmış, olgunlaşmış) gibi,

      istidadına (kabiliyetine) göre mükemmel olarak gelir; yani gönderilir.

      Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini (hayat şartlarını ) ve kâinatla olan münâsebetini ve kavânîn-i hayatını (hayatınn kanunlarını) öğrenir, meleke (kabiliyet) sahibi olur.

      İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi,

      yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder; yani ona ilham olunur.

      Demek, hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek (ilimle kemal bulmak) değildir;

      ve mârifet kesb etmekle terakkî etmek değildir; ve aczini göstermekle meded istemek, duâ etmek değildir.

      Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.(fiilen kulluk etmektir)

      İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil.

      Hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor.

      Belki, âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç.

      Hem gayet âciz ve zayıf bir sûrette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor.

      On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muâvenetiyle (yardımıyla) ancak menfaatlerini celb ve zararlardan sakınabilir.

      Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür (ilimle kemal bulmaktır), duâ ile ubûdiyettir.

      Sil
    2. sen hala yazıyon mu la ruh hastası manyak. kafayı deli saitin zırvalarıyla bozmuş. gözünüzü seveyim onaylamayın şunun yorumlarını. arada bir ne konuşulmuş diye gelip bakıyom şuraya. bu ruh hastasının zırvalarından başka yorum görünmüyor. yapay zeka botu mudur nedir. zombi gibi şeyler yazıyor. şuraya bi recapta kontrolü falan konulabiliyorsa konsun mümkünse

      Sil
    3. Yolda gelen geçen arabalara havlayan hayvanat gibi boşuna havlama birader. Bana da hakaret ederek zorla kendi seviyene indirme. Daha öncede bu taleplerini ilettin kabul görmedi, bu kadar basit.

      Sil
    4. hadi lan robot! chat gptye yüklemişsin risale pdfleri arada bağalamdan kopuk zırvalıkları buraya yapıştırıyon. kim bilir kaç para vermiştir sana esnaf abiler.

      Sil
  24. İnsana dair resmin diğer (belki en önemli) bir parçası Ruh hakkında:

    http://www.koprudergisi.com.tr/wp-content/uploads/2019/11/K%C3%B6pr%C3%BC-144-Nail-Y%C4%B1lmaz.pdf

    YanıtlaSil
  25. İman bir intisaptır, insanı Sani'ine nisbet eden, yakıştıran, ilişkilendiren.
    Bu kadar üzerinde konuşulduğuna göre bu bağı kurmak birçok insanın arzusu.
    İnsan tek birşey değil. Ruh, benlik, nefis, kalp, akıl, vicdan, şeytan hepsini taşıyor.
    Kimisi bu bağı kurmakta kolaylıklar sağlıyor, kimisi perde oluyor set oluyor insana.
    Tecrübeli bir öğretmen veya doktor edasıyla onları tanımak gerek belki.
    Bu hususta üstad hazretleri de birşeyler söylemiş.
    Tümünü tüm incelikleriyle birlikte özetlemek zor.
    Nihai yorum okuyucuya ait elbette.
    Ruh için emir âleminden gelen, tıpkı yerçekimi kanunu vb bir kanundur, ama bu kanunun başına şuur takılmış, misali bir varlık elbisesi giydirilmiş denmiş.
    Benlik ise diğer varlıklarda olmayan anlama, kavrayış ile ilintili.
    Aslı kıyas aleti olmakla birlikte bizim kendimiz için kullandığımız birşeye dönüşmüş.
    Bir robotun çiçek sulayabilmesi, kucağına çocuk alabilmesi ama hissetmemesi misali benlik âlemdeki şuurlu işleri keşfedebilsin diye verilmiş.
    Nefis ise kör, miyop. Hazır bir parça lezzeti önceleyen, sonrasını düşünmeyen, aceleci, kendini ve menfaatini çok önemseyen vs süfli, aşağı bir tabiatta.
    Bu dezavantajları yetmezmişcesine şeytan ise akıl hocası, oyun kurucu. İsyan ettiğinde Allah'tan doğru yolun üzerine oturmak üzere mühlet isteyen.
    Hikmet-i ilahi onu insanın ilerlemesine bir vesile kılmış. Bağışıklık sistemi, virüs misali.
    Akıl ve kalp ise iki kanat, özleri itibariyle iyiye güzele sevkeden ancak tek başına hareket ettiğinde yanlış sonuçlar doğurabilen.
    Ve bu çerçevede kesret içinde, bin şeyden biri insan, Bir'i arayan.
    Arıyor ama bireysel engeller çok olduğu gibi; kesintisiz işleyiş, şiddeti zuhur, insanın alışmışlığı, ülfeti ile birlikte kesretin kendi de bir engelle dönüşmüş veya dönüşebiliyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Melekler, cansız varlıklar-bitkiler, hayvanlar ve insanlar şeklinde ki sınıflandırma ve aralarındaki farklara dair yapılan vurgulama da anlamlı.

      Tüfek icad oldu mertlik bozuldu misali zeka, bilinç arttıkça ve buna nefsin eklenmesi ile birlikte bedensel hayat zorlaşırken bir taraftan yeryüzü de saflıktan uzaklaşmış.

      Görünüşte (teşbih olarak) melekler haklı çıkmış gibi.

      Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.” deyince, (melekler): “Biz Sana hamd ederek şânını, yüceltip ve Seni eksikliklerden uzak tutup dururken; Sen, orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek kimseyi mi yaratacaksın?” dediler. Allah: “Sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Ben bilirim.” dedi. (Bakara suresi:30)

      Sil
  26. "Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir."

    Risale-i Nurlarda serdedilen görüşler doğrultusunda kapsamlı bir vahdet-i vücud ve İbn Arabi eleştirisi:

    https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2454871

    YanıtlaSil
  27. " ... Felsefe-i ilâhiyye ve vahdet-i vücud namı altında gizlenen bir felsefe- i ta'til vardır ki din ve ahlak namına ilmi ve hikemi şekilde en büyük zarar bundan neş'et edegelmiştir ve her nerede bir şirk varsa bununla az çok bir
    alâkası vardır.

    Evvela şunu kaydedelim ki 've ilahuküm ilâhun vahid lâ ilâhe illâhu' ayetinde dahi sarih olduğu üzere din-i İslam'da emrolunan umumi mevzu-ı iman 'lâ ilâhe illa'llah' tevhidi yani tevhid-i uluhiyyettir.

    'Lâ mevcude illa'llah' diye ifade edilen tevhid-i vücud değildir.

    Bu olsa olsa taik-ı ma'rifette kat merhil eylemiş havass için mezu-ı bahs olabilir.

    Ve bizim nazarımızda tevhid-i vücud ale'l-ıtlak münker değil belki keşfen müspettir.

    Lâkin 'Allah'tan başka mevcut yoktur' demekle 'Her mevcut Allah'tır demek arasında pek büyük fark vardır.

    Evvelkisi tevhid-i mahz olabilir. Lâkin ikincisi şirk-i mahzdır. '

    Allah'tan başka mevcut yoktur' denildiği zaman masiyya isnad edilen vücudun hakiki olmayıp hayali, vehmi, şuurdan mün'akis bir emr-i zılli olduğu ve vücud-ı hakikinin ancak Allah'a muhtas bulunduğu ikrar ve alemin bizatihi ve lizatihi vücud-ı hakikisi nefyedilmiş olur ki bu vahdet-i vücuddur.

    Çünkü keşfen sabit olduğu üzere biz alem namına ne biliyorsak hepsi mahsusatımız, hayalimiz, suver-i zihniyye ve intibaat-ı ruhiyyemizden ibarettir.

    Bunları a'yan tasavvur etmemiz ve bi'l-izafe Hak diye bilmemiz zatinda vahid-i ekmel olan Hak mefhumunun ezelen ve ebeden tahakkukunu tasdik sayesinde mümkün olabilir ki bunu Fatiha'da izah etmiş idik.

    Binaenaleyh vahdet-i vücud, tevhid-i vucüdisi, eşbah-ı alemin zılli ve hayali olduğunu görmek ve onlan silip maverasındaki Hakk-ı vahidin vücuduna iman eylemekle mümkün olur.

    Nitekim 'Lailahe illellah' Allah'tan başka ilâh yok dediğimiz zamanda bir takım putların bir çok kimseler tarafından mabud ittihaz edildiğini inkar etmiş olmuyoruz da bunların hak olmadıklarını ilan ve ancak bir Allah isbat ve kabul etmiş oluyoruz.

    Lakin 'her mevcud Allah'dır' denildiği zaman vücudda hakiki bir kesret kabul edilmiş ve hepsinin Allah olduğu iddia edilmiş oluyor ki bunda tevhid yok, bilakis Allah'ı teksir ile işrak vardır.

    Bu bir vahdet-i vücud değil ittihad-ı vücud veya hulûl nazariyyesidir veyahut Allah'ı inkar ile ancak alemi isbattır.

    'Bir' e 'Her' demektir. Lâ şerike leh olan Allah' a namütenahi şerikler
    isbat etmek, mevcudat-ı hayaliyyeyi mevcud-ı hakiki farzetmektir.

    Buna en ziyade 'Panteizm' 'İttihad-ı ilahiyet' denilir ki bu nazariyyede Allah ve vücud hakikaten her şey ile müttehiddir veya her şeyin içine hulûl etmiştir.

    Haşa Ali ilah Veli ilah, Firavun ilah, Nemrud ilah ilâahirihi..

    Her şey ilahdır; Bunda isbat-ı alem ve nefy-i sani' vardır.

    İşte bir takım cehele veya Melahide hikmet-i ilahiyye namiyle muhal olan bu itihad veya hulûl veya ta'til nazariyesini vahdet-i vücud ve mahz-ı tevhid diye ele alarak 'lâilahe illa hû' demek 'la mevcude illa hû' demek olduğunda ısrar eder ve bunu da her mevcud O'dur." manasıyla tefsir eyler ve hatta küll-i mecmuı ile küll-i iradiyi tefrik etmeyerek 'Heme ost' der.

    Herşeyin maverasında Allah' ı görecek yerde her şeyde ve hatta her şeyi Allah görmek ister.

    'Hüve'l-evvelü ve'l âhiru ve'z-zahirü ve'l-batın' ayetinin beyan ettiği mertebe-i cem'i, mertebe-i farkta ayrı ayrı söyler ve bu suretle kendini Allah görmek ve göstermek için kamil insanları bizzat Allah gibi gösterir.

    Artık erenler, evliyalar bir ilahlar cemaati manzarasında tahayyül olunur.

    Halbuki bu nazariyyenin esasına göre şeytanların velilerden, kafirlerin müminlerden farkı kalmamak lazım
    gelir. Çünkü her mevcud O sayılır"

    Elmalılı Hamdi Yazır

    YanıtlaSil
  28. Mevlana Hazretleri (ks) şöyle buyururlar:

    “Kul kendinden büsbütün geçmedikçe, onun gönlünde tevhid gerçekleşmez.

    Tevhid demek, senin varlığının O’nunla birleşmesi demek değildir. Yoksa batıl bir şey hak olmaz”

    Zira Allah (cc) kimseye hulul etmez, bu şirktir!

    İmam-ı Rabbani hazretleri : ''Vahdet-i Vücût' sekrden yani manevi sarhoşluktan,' 'fena halinden'' ileri gelir.

    Bu,zatı ilahi aşkın, muhabbetin kaplaması, tasavvufun başlangıcındaki velide meydana çıkar ki;

    ''İmam-ı Rabbani Hazretlerine göre, buna ''vahdet-i şuhûd'' demek daha uygun olur.

    Hiç şüphesiz eşya aleminde tevhidi müşahede etmek başka şeydir, eşyayı inkar etmek başka şeydir.''

    YanıtlaSil
  29. Kesretle Allah hesabına olmayan muhabbetin (O' ndan gayrısıyla kurulmuş olan ünsiyetin-yakınlığın) insanın manevi yolculuğunu zorlaştırabileceği hususunda:

    Cenab-ı Hakkın mâsivâsına (Allah'tan gayrısına) yapılan muhabbet iki çeşit olur.

    Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar.

    Şöyle ki:

    Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği herşeyi sever.

    Ve mahlûkata taksim ettiği (böldüğü) muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis (noksanlaştırmak) değil, tezyid (ziyade) eder.

    İkinci kısım ise, en evvel esbabı (vasıtaları) sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar.

    Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır.

    Ve bazan da kavî (zorlu) bir esbaba rastgelir.

    Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb eder, helâkete sebep olur.

    Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü (varış) nâkıs olur.

    YanıtlaSil
  30. Belki kamil insan olmak, keşfedilecek olan, olduğumuz yerdedir. Yükselmek gerekmiyordur, yol sade ve kısadır belki. Ama bizim elimizden gelmiyordur. Kör olasıca kusurumuz, esirgediğimiz şey her ne ise?

    Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak:

    Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, "pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz" dediler. (A'râf süresi;172)

    YanıtlaSil
  31. Tarikat, tasavvuf (dolaylı da olsa sufizm, budizm vb) üzerine olumlu ve olumsuz yanlarının birlikte konu edildiği kısa, açık, ince bir analiz:

    https://risaleoku.com/oku/haknurlari/51

    YanıtlaSil
  32. Nihayetinde tüm bu konu akışı (kesret içindeki insanın vahdet arayışı) Rububiyet, Uluhiyet, ubudiyet (abdiyet) kavramları yahut Sübhanallah, Elhamdülillah, Allah u Ekber mukaddes cümleleri ile özetlenebilir.

    İ’lem eyyühe’l-aziz!

    Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu ekber- bu üç mukaddes cümlenin faydalarını ve mahall-i istimallerini (kullanılma yerlerini) dinle:

    Kalbinde hayat bulunan bir insan,

    kâinata, âleme bakarken,

    idrâkinden âciz, bilhassa şu boşlukta yapılan İlâhî manevraları görmekle hayretler içinde kalır.

    İşte bu gibi hayret ve dehşetengiz vaziyetleri,

    ancak Sübhanallah cümlesinden nebean eden (kaynayıp çıkan) mâ-i zülâli (saf suyu) içmekle o hayret ateşi söner.

    2. Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle (göstermekle),

    hamd ünvanı altında

    in’âmı Mün’imde (nimetlendirmekte Nimet vereni) ve Mün’imi in’amda (Nimet vereni nimetlendirmede) görmekle

    idame-i nimet (nimetin devamı) ve tezyid-i lezzet (lezzetin ziyadeleleşmesi) talebinde bulunarak,

    Elhamdülillâh cümlesiyle nîmetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

    3. Aynı o insan,

    mahlûkat-ı acibe ve harekât-ı garîbeden

    aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman,

    Allahü ekber demekle rahat bulur.

    Yani, Hâlıkı daha azîm ve daha büyüktür.

    Onların halk (yaratılması ) ve tedbirleri kendisine ağır değildir.

    YanıtlaSil
  33. Rububiyet:

    "Bütün kâinatın, bütün şuûnâtıyla (işleri, faaliyetleri) ve keyfiyâtıyla

    bir hane, bir saray, bir şehir ve bir memleket hükmünde,

    kemal-i intizamla tedbir, idare ve terbiyesi"

    ve "bütün mevcudatın, güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshiri (emir altında tutulması)"

    "Arş-ı Azamın külliyat-ı umurunu idareden,

    (tâ bu âlemin geliş ve gidişatına ve bütün mahlûkatın bir hedefe sevkine),

    hattâ kalbin gayet gizli ve cüz'î hâtırâtını ve arzularını ve dualarını bilmeye ve işitmeye ve idare etmeye kadar

    her şeyde cereyan etmekte olan"

    "Hiçbir şey, hiçbir şe'n (iş), hiçbir hâl, hiçbir keyfiyet,

    cüz'î olsun küllî olsun, onun daire-i tasarrufunun haricine çıkamaz."

    "En büyük bir şey O'na isyan edemediği gibi en küçük bir zerre de O'ndan gizlenemez."

    Bu şümullü (kapsamlı ) rububiyette Rabbü'l-Âlemînin

    hiç bir suret ve keyfiyette muini ve şeriki (yardımcı ve ortağı) olmadığı gibi;

    her bir mevcuda (varlığa) müteveccih (yönelmiş )

    rububiyet-i hususiyesinde de muini ve şeriki yoktur.

    YanıtlaSil
  34. Ulûhiyet:

    Fersten Arşa, serâdan Süreyya'ya, zerrattan seyyârâta, ezelden ebede kadar herbir mevcut, semâvât ve arz, dünya ve âhiret,

    bütün mülkün kendisiyle,

    o mülkden hâsıl olan

    şükrün, perestişin, minnettarlığın, muhabbetin, medhin ve ubudiyetin

    Allah'a ait olduğunu ifade eden sermedî ilâhlıktır.

    Ulûhiyetin zâtî hassası ve zarurî lazımı

    istiklâliyet (bağımsızlık), vahdet ve infiraddır (tekliktir).

    Hem, Cenâb-ı Hakk'ın ulûhiyeti şerikten, şânına lâyık olmayan şeylerden münezzehtir

    ve bütün evsaf-ı azamet ve celal (büyüklük ve Celal vasıfları)ile muttasıftır.

    Ulûhiyetin azameti, izzeti ve istiklâliyeti

    her şeyi-küçük olsun, büyük olsun, yüksek olsun; alçak olsun-

    taht-ı tasarrufunda bulundurur.

    Bir varlığın hisseti veya hakareti (küçüklüğü veya degersizliği),

    O'nun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz

    YanıtlaSil
  35. Ubudiyet:

    Rububiyet ve Uluhiyetini imanla tanımak, iman ve itaatle mukabele etmek (karşılık vermek),

    Tefekkür, teşekkür ve istihsan (beğenme, güzel bulma) ile O'nu sevmek ve ubudiyet ile kendini O'na sevdirmek,

    Şükür, hamd, medh ü sena, dua ve secde edenlerden olmak ..

    YanıtlaSil
  36. De ki: Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir. (En'âm;162)

    Ey Meryem, (huşu ile) Rabbinin divanında dur, secdeye kapan, ruku edenlerle beraber sen de eğil" (Âl-i İmrân;43)

    And olsun ki, Lokmân'a: “Allah'a şükret!” diye hikmet verdik. Ve kim şükrederse, artık ancak kendisi için şükretmiş olur.

    Kim de nankörlük ederse, hiç şübhesiz ki Allah,

    Ganî (hiçkimsenin şükrüne muhtaç olmayan)dır, Hamîd (hamd edilmeye yegâne lâyık olan)dır. (Lokmân;12)





    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hocam yorumlarınızı başkalarının sözleriyle değil, kendi sözlerinizle yazsanız daha güzel olur bence.

      Sil
    2. Öncelikle size katılıyorum İsa Bey, bir köşeye de not ettim. Öyle olsa bence de daha güzel olur. Bu şekilde ünv sınavlarındaki uzun paragraf soruları ya da metin yığınları gibi görünüyor, görünebiliyor.

      Yinede kendimi savunma sadedinde şunları söylemem gerek. Siz çok
      çok daha iyi bilirsiniz sürekli yazan biri olarak. Bir kere kendinizin de tatmin olacağı bir şekilde bir konuyu mantığı ve duygusu ile birlikte aktarmak, ifade etmek zor. Bu sebeple hazır olanı tercih ediyorsunuz. İkincisi yorum yaparken kendi anlayışımla konuyu gölgelendirmek veya polemikleşmesine sebep olma kaygısı da var. Diğer bir sebep başkalarına ait o sözlerin, metinlerin kendi asıl halleriyle okunmasına vesile olmak. Şimdiye kadar tek özen gösterdiğim şey içerikten uzak veya köpük olmaması. Dikkat eden, zahmete katlanan vs konu ile bağlantısını (olumlu ve olumsuz açıdan) görecektir. Bu mazeretlere rağmen bundan sonra daha az öz olmasına dikkat ederim. Kendi sözlerim olmasını taahhüt edemiyorum:) a

      Sil