Header Ads Widget

test banner

Alan Watts ve Fikirleri Üzerine

Alan Watts (1915-1973), çoğu doğu dinleri ve felsefesi üzerine, çok sayıda kitabı olan bir yazar, bir felsefeci, ve çok iyi bir konuşmacı. O aslında kendisini “felsefi bir eğlendirici” olarak tanımlıyor; hayat görüşü çoğunlukla Zen Budizm’ine ve Tao felsefesine paralellik taşısa da, kendisine Zen Budist’i ismi dahil hiçbir ismi yakıştırmıyor; çünkü ona göre bir kişiye bir isim koymak, gökyüzünü sarıp etiketlemek gibi bir şey. Alan Watts, bence özel ve güzel bir insan. Son birkaç senedir Watts’a çok kulak verdim. Waking Up isimli uygulamadaki tüm podcastlerini dinledim, 25 tane yayınlanmış kitabından 9 tanesini okudum. Watts’ı dinlemek bana huzur veriyor. Bu yazımda önce Watts’dan çok kısaca bahsedip, sonra onun fikirlerini sizinle paylaşmak istiyorum.

Alan Watts Kimdir?

Watts, İngiltere’de doğmuş, Hristiyan yatılı okullarında eğitim almış, ama daha ortaokul yıllarındayken Budizm’e ilgi duyup Budist olduğunu açıklamış birisi. Watts, 21 yaşında ilk kitabını yazmış, 23 yaşında Amerika’ya taşınmış. İlginç bir şekilde, 30 ve 35 yaşları arasında 5 sene, Northwestern Üniversitesinde Episcopal bir rahip olarak çalışmış; ardından rahiplikten ayrılıp California’ya taşınmış ve hayatının sonuna kadar (Jung ve Durkheim’la da tanıştığı çok sayıdaki gezileri haricinde) orada yaşamış. Watts, (LSD gibi) psikedelik maddeleri deneyimlemiş ve bunun üzerine bir kitap yazmış, üç defa evlenmiş ve yedi çocuğu olmuş, hayatı boyunca çok sigara içmiş ve özellikle hayatının son yıllarında çok içki içmiş birisi. Watts, Budist, Taoist ve Hindu felsefelerini batıya kendi üslubuyla anlatmış ve çok ilgi görmüş, nevi şahsına münhasır bir insan.

Watts’ın Özetle Dünya Görüşü

Watts’ın dünya görüşü Wikipedia sayfasında güzelce özetlenmiş bence. Watts, Hinduizm, Çin felsefesi, panteizm, panenteizm ve modern bilimden yararlanarak tüm evrenin kozmik bir “kendi kendini oynayan saklambaç”tan (Lila) oluştuğunu ileri sürüyor; bu “kozmik O,” evrendeki tüm canlı ve cansız varlıklar haline gelerek ve gerçekte ne olduğunu unutarak kendinden saklanıyor (Maya). Watts’ın görüşüne göre, sonuçta hepimiz kılık değiştirmiş O’yuz. Bu dünya görüşüyle Watts, kendimizi “deri torbasındaki ego” olarak algılamamızın sadece bir mit olduğunu; ayrı “şeyler” olarak adlandırdığımız varlıkların, aslında bir bütünün yalnızca görünümleri veya özellikleri olduğunu söylüyor.

Alan Watts’ın Fikirleri

Bu başlık altında (ve alt başlıkları kullanarak) şimdiye kadar okuduğum ve dinlediğim Watts’ın bence önemli fikirlerini, kendimi Watts’ın yerine koyarak paylaşmak istiyorum. Watts’ın tüm fikirlerini paylaşmam mümkün değil, ancak aklımda kaldığı ve notlarımın ve enerjimin yettiği kadarıyla paylaşacağım (uzun bir yazı olduğuna göre, çok enerjim veya motivasyonum varmış!) Yer yer Watts’dan direk çeviriler paylaşacağım, yer yer kendi sözlerimle Watts’ın düşüncelerini ifade edeceğim. Hazırsanız başlayalım.

İki Evren Modeli

İki yaygın evren modeli (veya imgesi) var. Bunlardan birincisi, “seramik model.” Bu modele göre Yaratıcı, evreni, tıpkı kilden çömlek yapıyormuşcasına yapar. Bu model, İbrahimi dinlerin görüşüdür. Bu modelde Tanrı, evreni yukarıdan yöneten büyük patrondur. Bu “kraliyet Tanrısı” fikri Mısır’ın ve Dicle-Fırat’ın siyasi yapılarından miras alınmıştır. Zaten Freud’a göre, IV. Amenhotep (çok tanrıcılığı terk eden firavun) Musa'nın monoteizminin orijinal yazarıdır. Bu model, monarşik bir evren modelidir. Yeri gelmişken, ABD gibi demokrasiye inanmış bir ülkenin vatandaşlarının monarşik bir evren görüşüne bağlı kalmalarını garip bulduğumu ifade edeyim.

Aydınlanma çağıyla beraber seramik model büyük ölçüde kırıldı. Nietzsche ve benzeri entelektüeller, bu çağda evrensel bir mimarın olup olmadığını sorguladılar ve klasik dini görüşler ve teoriler onları tatmin etmedi. Evrensel yasalar olabileceğini düşünüyorlardı, ancak bu, bu yasaların yaratıcısını gerektirmiyordu. Zaten Tanrı’nın olup olmaması değişmeyen fizik yasalarının işleyişi için bir fark yaratmıyordu. Bu yüzden Tanrı hipotezini bıraktılar, ama yasa hipotezini korudular. Bu bize ikinci evren modelini getirdi: “tam otomatik evren modeli.”

Tam otomatik evren modeline göre evren, akılsız bir güçten başka bir şey değildir, ve biz burada beklenmedik bir rastlantıdan (kozmik bir tesadüften) başka bir şey değiliz. Aslında bana göre çağımıza hâkim olan tam otomatik evren görüşü, sadece bir mittir. Bu fikir, cennetteki tahtında oturan beyaz sakallı Baba Tanrı fikri kadar sahtedir.

Aslında bu seramik ve tam otomatik diye adlandırdığımız iki görüş (veya model veya imge, veya mit) şurada anlaşıyorlar: biz bu dünyaya ait olmadığımızı düşünüyoruz, kendimizi ona yabancı hissediyoruz; o yüzden “dünyaya geldim” diyoruz; halbuki dünyaya gelmedik, “dünyadan çıktık.” Aslında biz dünyadan çıkarız, tıpkı yaprakların ağaçtan çıkması gibi. Biz dünyanın bir ifadesiyiz ve tek benliğin bir ifadesiyiz. Bir elma ağacı nasıl “elmalıyor” ise, aynen o şekilde de, bu evren “insanlıyor.”

İki Alternatif Evren Modeli

Üstte saydığımız iki modele alternatif iki model daha önerebiliriz. Bunlardan ilki Taoist felsefede bulunan “organizma model”i. Bu modele göre evren bir organizmadır ve kendini yönetir, çünkü bir organizma kendi kendini yöneten bir şeydir, patron yoktur orada. O yüzden Çinli bir çocuk annesine, “Nasıl büyüdüm?” diye sorar, “Nasıl doğdum” diye değil. Unutmayalım ki büyüme ve yapım tamamen farklı prosedürlerdir. Bu görüşe göre, zamanın başında büyük bir patlama olduysa, biz sürecin sonundaki sonuç değiliz. Biz, bütün süreciz. Bu görüşte organizma ve çevre arasındaki ilişki işlemseldir—çevre organizmayı büyütür ve organizma çevreyi yaratır. Başka bir deyişle, enerji bir ilişki biçimidir. Evren temelde bir enerji oyunudur ve enerji ve ilişki birlikte gider.

İkinci model ise, Hint felsefesinin temelinde bulunan “drama modeli.” Dünyayı bir drama olarak düşünün. Tüm dramaların temeli aslında saklambaç oyunudur. Bu fikre göre, Tanrı, “Tanrı olmadığı” oyununu oynar. Tanrı kendini terk eder, kendini verir ve kaybolur. Bu şekilde, herkes temel gerçekliktir (veya Tanrı’dır.) Derinlerde, siz tüm bu temel gerçekliksiniz, ama öyle değilmiş gibi davranıyorsunuz. Bu oyunu oynamak ve Tanrı değilmişsiniz gibi davranmak hiç sorun değil, çünkü dramanın tüm esprisi budur.

Yani, merkezi bir benlik var—ona Tanrı ya da istediğinizi diyebilirsiniz–ve o hepimiziz. Tanrı, evrendeki her bir varlığın tüm parçalarını oynayarak kendisiyle saklambaç oyununu oynar; kaybolur, ama sonunda her zaman uyanır ve kendine geri döner. Bu döngü bu şekilde sonsuza kadar devam eder. Bu drama görüşüne göre, deneyimlediğimiz hayat büyük bir eylemdir ve büyük eylemin arkasında sadece bir oyuncu vardır. Ve bu oyuncu benliktir, Hindu felsefesinde Atman’dır. Bu görüşe göre, siz de uyanmaya hazır olduğunuzda, uyanacaksınız. Ve eğer henüz uyanmaya hazır değilseniz, sadece bir "zavallı küçük ben" gibi davranmaya devam edeceksiniz.

Her birimiz, temel ışığın–varoluşun kendisinin–dışarı baktığı bir deliğiz, ama biz bu gerçeği unutma oyununu oynuyoruz ve sadece bu küçük delik, yani ego, (ya da adımız neyse,) o küçük şeymiş gibi davranıyoruz. Eğer kendimiz olma duygusunu korurken aynı zamanda “tüm eserler” olduğumuzu da anlayabilirsek, o zaman hayatımıza büyük bir neşe ve coşku duygusu gelecektir.

Saklambaç oyununda, “Aramayı kim yapıyor?” diye sorduğunuzda, her fiilin bir özneye ihtiyacı olduğu varsayımı altında düşünüyoruz. Bilmenin bir bilen gerektirdiğini iddia ediyorsak, doğaya sadece belirli gramer kurallarını uyguluyoruz demektir. Unutmayalım ki, birçok dil isimsiz fiiller kullanır, aslında “şeyler” dediğimiz şey sadece odak dışında görülen kalıplardır. Yağmur, yağmaz. Sadece yağmak fiili vardır, yağmur diye bir şey yoktur.

Hinduizm ve Budizm Üzerine

Hinduizm'in özü bir öğreti veya disiplin değil, Moksha'dır, yani kurtuluştur. Bir seviyede bir illüzyonda olduğunuzu keşfederiz, ama başka bir seviyede, benlik denen şeyizdir—var olan her şey olan tek benlik. Ve evren, sonsuza dek saklambaç oynayan bir benliğin oyunudur. Saklandığı zaman, o kadar iyi gizlenir ki, biz bunu bilemeyiz. Bu bakımdan değerlendirdiğimiz zaman, “reenkarnasyon,” bir insan ruhunun veya bilincinin, o insan öldükten sonra doğan başka bir insana transfer edilmesi değil, “tek benlik”in tüm canlılarda tekrar tekrar ortaya çıkmasıdır.

Budizm, ihraç edilmek üzere değiştirilmiş bir Hinduizm’dir. Unutmayalım ki Hinduizm sadece bir din değil, bütün bir kültürdür—görgü kurallarından barınmaya, yiyeceğe ve sanata kadar her şeyi içeren, sosyal ve yasal bir sistemdir. Hindular, din ve diğer şeyler arasında bir ayrım yapmazlar—din yaşamın bir bölümü değildir. Ve din ve kültür birbirinden ayrılamaz olduğunda, kültürel yönü ihraç etmek çok zordur.

Budizm hakkında gerçekten önemli olan tek şey uyanış deneyimidir. Buda (Buddha) bir ünvandır, bir isim değildir. Buda kelimesi “bilmek” anlamına gelen Sanskritçe bir kökten gelir, ancak daha iyi bir anlamı “uyanmak” tır. Bu kökten bodhi elde edersiniz—uyanmış olma hali—bu yüzden Buda, “uyanmış olan” anlamına gelir.

Buda, Dukkha'nın (acının) Trishna'dan (çok istemekten, yapışmaktan, tutunmaktan) geldiğini söyler. Acı çekeriz, çünkü dünyaya yapışırız. Ve dünyaya tutunuyoruz, çünkü dünyanın, Anitya—yani geçici—ve Anatman olduğunu fark etmiyoruz. Budizm'in amacı Nirvana’dır. Nirvana, Hinduların Moksha dediği şeye karşılık gelen kurtuluş halidir. Nivritti kökünden gelen Nirvana, aslında “üfleme” veya “nefes almak” anlamına gelir. Yani Nirvana salıveriyor, nefes alıyor. Nirvana, bir yok oluş değildir. Unutmayalım ki nefesimizin gitmesine izin verdiğimizde, nefesimiz geri gelir. Nirvana bir bilinç halidir; bu yaşamda, burada ve şimdi olma halidir.

Budizm, ateizm gibi Tanrı’nın varlığını kesin olarak ret etmez. Budizm, aslında Benlik'i büyük harf B ile inkâr etmez. Söylediği önemli şey şudur: eğer şeyler hakkında kavramlar ve öğretiler yaparsak, onlara bağlı olmakla yükümlü oluruz ve bu nedenle “bilmek” yerine “inanmaya” başlarız. Zen'de güzel bir deyiş vardır: “Budizm aya işaret eden bir parmaktır—parmağı ay ile karıştırmayın.” Diğer bir deyişle, “Tanrı fikri, Tanrı'yı işaret eden bir parmaktır,” ancak ne acıdır ki, çoğu insan parmağı takip etmez; bunun yerine rahatlamak için bu parmağı emer!

Budizm'in temel noktalarından biri, dünyanın akış halinde olduğu ve tüm deneyimlerin geçici olduğudur. Buda, gelip-geçiciliği, kalıcı bir benliğin gerçek dışılığını ve ıstırabı vurgulamıştır. Acı çekmek, bir kişinin iki özelliği kabul etmemesinden kaynaklanır: değişim ve kalıcı benlik eksikliği. “Tutunmayı” bıraktığımızda düalitenin olmadığını da görürüz: sıradan dünya ile Nirvana arasında hiçbir fark yoktur. Onlar aynı dünyadırlar ve aralarındaki tek fark, bir bakış açısıdır.

Zen Üzerine

Zen, Çince’ye çevrilmiş Hint Mahayana Budizm'idir. Budizm Çin’e gelmiş ve burada Konfuçyüsçülükten ve özellikle Taoizmden derinden etkilenmiştir. Zen bu şekilde ortaya çıkmıştır. Zen, Budizm'in günlük yaşamı bir dolaşıklık olarak görmeyen, bunun yerine yaşamın ortasında bir Buda olabileceğini kabul eden bir bakıştır.

Batılılara çok ilginç gelen bir şey, Zen'in hiçbir doktrini olmadığı gerçeğidir: inanmanız gereken hiçbir şey yoktur ve Zen size çok fazla ahlak doktrini vermez. Zen, fizik gibi bir araştırma alanıdır ve bir fizikçinin ahlak konusunda otorite olmasını bekleyemezsiniz. Gözlerinizi ayarlamak için bir göz doktoruna gidersiniz ya; işte Zen, manevi bir göz doktorluğu gibidir.

Zen’i güzel olarak anlatan şu deyişi hatırlayalım: “Zen hakkında hiçbir şey bilmediğimde, dağlar dağlardı ve nehirler nehirlerdi. Sonra Zen’i biraz anlamaya başladım ve dağlar artık dağ değildi ve nehirler artık nehir değildi. Ve sonunda Zen’i iyice anladığımda, dağlar dağlardı ve nehirler nehirlerdi.”

Batıdaki (veya İbrahimi Dinlerdeki) Tanrı, Din ve Din adamları Üzerine

Batı’daki Tanrı aşırı ciddi olma eğilimindedir ve o yüzden ünlü Hıristiyan sanatçıların hiçbiri Mesih’i gülümseyerek resmetmemiştir. Mesih resimlerinde trajik olarak çizilmiş bir figürdür. Bu anlayışa göre dini konularda ciddiyetimizi ve saygımızı korumalıyız; bu yüzden mabetlerde tamamen sessiz kalmalıyız. Halbuki neden gülmüyoruz? Yüce Tanrı o kadar güvensiz biri mi? Eğer biri gülerse, bu O’nu huzursuz eder mi? Sanki kahkaha O'nun gücüne meydan okuyormuş gibi?... Ama biz nihai gerçekliği bu şekilde mitolojileştirdik; Tanrı’yı kozmik Büyük Baba ve her şeyden önce sonsuz saygı talep eden sert bir kral yaptık. 

Bu da şu temel soruyu gündeme getiriyor: “Tanrı ciddi mi?” Bu soruya benim cevabım "Hayır"dır. Tanrı, neyin daha iyi ya da daha kötü olduğuna, neyin yukarı ya da aşağı, neyin iyi ya da kötü olduğuna dair tüm değerleri aşar. Dünyayı öyle örer ki, iyi ve kötü, satranç oyunundaki siyah beyaz taşlar gibi birlikte oynarlar. Şunu da ekleyebiliriz, insan aslında Tanrı’nın keyif almak için yaptığı şeyleri ciddiye aldığı için acı çeker. Chesterton şöyle demiştir: “Melekler uçabilirler, çünkü kendilerini ciddiye almazlar.” Melekler böyle ise, Tanrı’nın nasıl olduğunu siz düşünün…

Halbuki dini fikirler ve semboller sevgiyle ve yapıcı bir şekilde kırılmak için vardırlar. Dini fikirler ve semboller bir amaç değil, araçtır. Diğer türlü bir Tanrı’ya ulaşamadan Tanrı fikrinde yapışıp kalırız. Tanrı hakkında somut bir fikir ileri sürersek, bu fikrin sonundaki keşfin tüm faydasını elde edemeyiz. Orada bir şey olduğunda ısrar edebiliriz—çizginin sonunda sevgi dolu bir baba, ya da bir tür bahçe cenneti, mesela—ama bu durumda kendimizi aldatmış oluruz. Boşluğu ya da düpedüz hiçliği iyice keşfetmek zorundayız ve bu keşfetme çalışması bir mistisizm projesidir.

Dinlerin çoğunda din adamları ve vaizler, dinleyenlerin devamlı kendilerine dönmesini isterler; halbuki yapmaları gereken, doktorların yaptığı gibi hastalarını iyileştirip göndermek istemeleridir. Klasik din adamlarının ve dindar insanların aksine, büyük mistikler “Tanrı’ya tutunmayı” bırakırlar; çünkü tutunabileceğimiz tek Tanrı, Tanrı fikridir. Ve Tanrı fikri, Tanrı değildir. Tanrı’yı tam manasıyla anlamak için, tutunmayı bırakmalıyız.

Arkaik ve Doğu Dinlerindeki Tanrı Üzerine

Dinler, genel olarak, hiçbir şekilde mizahi değildir. Oldukça ciddidirler. Buna ters örnek olarak Zen’i görebiliriz. Zen sanatına bakıldığında veya Zen hikayeleri okunduğunda, burada sıradan anlamda ciddi olmayan çok sayıda örnekler olduğunu görebiliriz; ancak ciddi olmamakla beraber oldukça samimidirler. Samimiyet, ciddiyetten çok daha güzel bir özelliktir.

Bir Şaman, ormanın derinliklerinde veya dağların yüksekliklerinde uzun süre kendi başına yaşayarak, Şamanizme inisiye olur. Bu izolasyon sırasında, bir bilinç alanıyla karşılaşır–ruh dünyası, atalar, Tanrılar, her neyse... Ve Şamanın o dünya hakkındaki bilgisi ona şifâ, kehanet ve sihir gibi tuhaf güçler verir. Şamanlar hakkında dikkat edilmesi gereken en önemli şey, inisiyasyonlarının kendilerinden geldiğidir. Başka bir deyişle, onlara herhangi bir dini düzenden veya gurudan güç veya yetki verilmez. Öte yandan, tarım topluluğunun dini figürü bir Rahiptir. Ve bir Rahip her zaman gücünü ve otoritesini, bir Rahipler topluluğundan veya belirli bir gurudan, başka bir deyişle gelenekten alır. Gelenek, tarım toplumlarında çok önemlidir.

Hindu evrenindeki Tanrı'ya, dağları neden yaptığını soracak olursanız; O sadece, “ben sadece yaptım” diyecektir ve bunu nasıl yaptığını söyleyemeyecektir; çünkü dağların nasıl yapıldığını tarif edecek kelimeler yoktur. Veya şu güzel sözü aklımıza getirebiliriz: “Çiçeklerin nereden geldiğini bilmek istiyorsan, bil ki bunu baharın Tanrısı bile bilmiyor.”

Hinduizm’deki Atman karmaşık bir olgudur. Vücudunuzdaki sinirleri düşünün ve her sinirin sonunda, dünyanın izlenimlerini alan ve bilgiyi merkezi beyne geri gönderen küçük bir göz olduğunu hayal edin. Bu daha çok Hindu fikrine benziyor. Her insan, hayvan, kaya, çim kesme makinası vb., tek bir merkezi benliğin dışına bakan bir gözüdür. Tek bir sinir ve beyin arasındaki bağlantıyı görmek kolaydır, ancak bir insan ile diğeri arasındaki bağlantıyı görmek çok daha zordur.

Birbirlerini Gerektiriyorlar

Siyah ve beyazın, yaşam ve ölümün, iyi ve kötünün, varlığın ve yokluğun hepsinin aynı merkezden geldiğini fark edemedik. Birbirlerini ima ediyorlar, diğeri olmadan olamıyorlar, dolayısıyla aynı bozuk paranın iki yüzü gibi birbirleriyle bir bakıma aynı, bir bakıma farklılar.

Açık ve örtük, dışarıda ve içeride, madde ve uzay, varlık ve yokluk... hepsi aynı mıknatısın kutuplarıdır. Ve eğer bunu anlarsanız, her şeyle olan ilişkilerinizde samimiyet ve güzelliği deneyimleyebilirsiniz. Siz sadece kafanızda saklanmış, dünyaya bakan ve gözlerinizle fotoğrafını çeken küçük bir kişi değilsiniz. Eğer dünya orada olmasaydı, siz burada olmazdınız. Ve aynı şekilde doğru olan madalyonun diğer yüzü şu: siz olmasaydınız, dünya olmazdı!

Bütün bunlarla birlikte gidiyoruz. Birbirimize bağlanıyoruz. Çiçekler arılarla gider (goeswith), insanlar ineklerle gider, ağaçlar yağmurla gider, ses aralıkları seslerle gider (veya birbirlerini gerektirirler.) Ancak çoğu insan, varlıklarına ve evrenin geri kalanına göre sağır olarak yetiştiriliyor. İnsanlar birliği görmüyorlar. İlişkilerin farkında değillerdir. Halbuki bunu fark ettiğimizde, her şeyin nasıl bir araya geldiğini fark ederiz. O zaman uyumlu ve mutlu bir hayat yaşayabiliriz.

Bilinç ve Ego Üzerine

Aslında kendini tanımlamaya çalışmak kendi dişini ısırmaya çalışmaya benzer, ama biz yine de bilinç, ego ve benlik üzerine konuşalım.

Bilinç, bir gemideki radar gibidir, bir sorun gidericidir. Günlük bilinç, beynin çevreyi sorun için taramak için tasarlanmış bir işlevidir. Unutmayalım ki, insan duyuları, bilinen titreşim spektrumunun sadece çok küçük bir bandına yanıt verir. Eğer duyularımız değişik olmuş olsaydı, oldukça farklı görünümlü bir dünya görecektik. Bir köpek, bir arı, bir yarasa için dünya çok daha değişik bir algıda; ama onlarınki yanlış, bizimki doğru diye bir şey yok. Bütün algılar gerçekliğin dönüştürülmüş birer kötü kopyaları. Bu bakımdan tüm canlılar, kendilerince “insan”dırlar diyebiliriz.

Aslında bu “günlük bilinç,” daha büyük bilincin bir tezahürüdür, ama aynı zamanda bilincin fark etmediğimiz, ancak yine de oldukça duyarlı olan bir yönü de vardır. Kalbimiz atıyor, nefes alıyoruz, saçlarımızı uzatıyoruz, ama bunların nasıl yaptığımızı bilmiyoruz. Elinizi açıp kapatıyoruz, ama bunu nasıl yaptığımızı anlatamıyoruz. Peki, nasıl bilinçli olabildiğimizi nasıl anlayabiliriz veya anlatabiliriz? Kelimelere dökemeyiz, ama kesinlikle yapabiliriz.

Günlük bilincin (veya bilinçli dikkatin) bedenin diğer tüm operasyonlarının farkında olmaması gibi, biz de temel benlikle olan bağlantımızın farkında değiliz. Günlük bilincimizin arkasındaki tek bilinç, dünyayı da, galaksileri de, evreni de döndürüyor; ancak biz bunun farkında olamıyoruz. Bu bakış açısıyla, nasıl yapraklar ağaçtan düşerek ölür ve gelecek yıl daha fazla yaprak çıkarsa; sen ve ben ölürüz ve daha fazla bebek olarak yeniden doğarız.

Kendimle ilgili sahip olduğum imaj—yani egom—aslında bir karikatürdür. Sosyal gelenek nedeniyle bir egomuz var, ancak hepimizin yaptığı yanılgı, bu soyutlamayı gerçek ve fiziksel bir şeymiş gibi ele almamızdır. Ego, sadece kendimiz hakkındaki fikirlerin ve imgelerin bir bileşimidir. Bu bir imge; nasıl bir “ağaç fikri” bir ağaç değilse; “ego”muz, biz değildir.

Şu güzel hikâyeyi hatırlayalım. Bodhidharma, Çin'e gittiğinde, bir öğrencisi ona yaklaştı ve şöyle dedi: “Kafam hiç rahat değil. Lütfen zihnimi (bilincimi) sakinleştirmeme yardım et.” Ve Bodhidharma cevap verdi: “Tamam. Bana zihnini getir, ben de onu pasifize edeyim." Ve öğrenci cevap verdi, "Yapamam. Onu aradığımda bulamıyorum." Bodhidharma cevap verdi: “İşte. Sakinleştirildi."

Evren ve Hayat Üzerine

Bugün fiziğin en sofistike çabalarıyla sunduğu dünyanın resmi, biçimlendirilmiş şeylerden değil, desenlerden (enerji, dalga, patern) oluşuyor—kendi kendine hareket eden, kendi kendini tasarlayan, dans eden desenler. Ancak sağduyumuz, ne yazık ki, henüz bu yeni resme yetişemedi.

Hayatın manası nedir sorusu yanlış bir sorudur. Bir konsere gidip birinin Bach, Mozart veya Beethoven çaldığını dinlediğinizde, o güzel müziğin manası nedir? Güzel müzik, kendisi dışında hiçbir şeyle ilgili değildir, o sadece seslerin ve melodilerin çeşitli kombinasyonlarının yukarı ve aşağı gitmesidir. Varoluş da işte böyledir. Bir yöne gider ve sonra diğerine, tepeleri ve vadileri, karanlık yerleri ve ışığı vardır.

Biz, “eksik bir şey” duygusunu koruduğunuz için, kendimizle ve başkalarıyla rekabet halindeyiz; ancak tüm bu çaba, rekabet ve arayış, tıpkı kendi kafanızı aramak gibidir. Kafamızı göremeyiz, bu yüzden onu kaybettiğimizi hayal edebiliriz. Neyin göründüğünü görmüyoruz, bu yüzden onu kaybettiğimizi düşünüyoruz. Bu yüzden kendimizi, ya da Tanrı’yı, ya da Atmanı, ya da her neyse onu, aramaya koyuluruz; ama bulamadığımız tek şey budur: çünkü biz zaten O’yuz.

Kendimizi gerçekten keşfedersek ve kendi doğamızda daha da derine inersek, bir ritim olduğumuzu göreceğiz. Dahası, bir ritim yapan bir ritim olduğumuzu keşfedeceğiz ve bunun altında farklı bir ritim yapan başka bir ritim olduğumuzu keşfedeceğiz. Her şey titreşir. Her şey ritimdir. Ama müzisyen kim? Ritmi kim belirliyor? Onlar, ortadan kayboldular. Onları aradık ve ortadan kayboldular, sonra bakmadığımız zaman tekrar geldiler. Ama onları her görmeye çalıştığımızda, orada değiller. Ve hayat denen şeyin durumu da budur.

Yani, ister Tanrı'yı nasıl tanıyabileceğimizi, ister Nirvana’ya nasıl ulaşabileceğinizi soralım; bunlar yanlış sorulardır. Neden Nirvana istiyoruz? Onu elde etmek istediğimiz gerçeği, onu başarmanızı engelleyen tek şeydir. Zaten Nirvana’mız var.

Aslında, en yüksek zevklerden biri, kişinin kendi varlığının farkında olmadan ilginç manzaralara, seslere, yerlere ve insanlara dalmasıdır. Tersine, en büyük acılardan biri, öz bilinçli olmak; soyutlanmış ve toplumdan/dünyadan koparılmış hissetmektir.

Dil ve Anlayış Üzerine

Kendimize ve başkalarına bir şey anlatmak için mecburen bir dil kullanıyoruz. Halbuki “dil,” doğası gereği “deneyim”i değiştiriyor, deneyimi kutulara koyuyor ve bize deneyimden başka bir şey sunuyor. Şöyle bir örnek düşünelim. Kıpırdayan bir şey üzerinde kontrol sahibi olmak oldukça zordur. Bir balık mesela, son derece kıpırgandır, kaygandır. Bir balık tutmaya çalıştığınızda, avucunuzun dışına kayar. Peki balığı nasıl tutarsınız? Bir ağ kullanırsınız. Aynı şekilde, kıpır kıpır bir dünyaya tutunmak için dil ağlarını kullanıyoruz. Bu ağlar, bizim iç veya dış hikayemizde dilimiz ve algılama şeklimizdir. Halbuki biz, fiziksel evrenle, bir dalganın okyanusla sürekli olması kadar sürekliyiz. Okyanus dalgaları nasıl okyanustan ayrı değilse; evren halkları da öyle, evrenden ayrı değil.

Psikedelikler Üzerine

Psikedelik maddeleri deneyimlemek insana çok değerli mesajlar verir. Diğer taraftan, eğer mesajı aldıysak telefonu kapayabiliriz. Psikedelikler sadece birer araçtır; mikroskoplar, teleskoplar ve telefonlar gibi... Unutmayalım ki, biyologlar gözlerini hiç ayırmadan mikroskoba bakıp oturmazlar, giderler ve gördükleri şeyler üzerine çalışırlar. Bu meselenin bir tarafı, meselenin diğer tarafı da şu. Psikedelik maddeleri kanunsuz yapmak çok saçma, çünkü insan zaten yasak olan şeylere ilgi duyar ve illegal ve kontrolsüz bir şekilde bu maddelerin üretilmesi ve tüketilmesi, (legalleştirilip kontrollü şekilde kullanılmasına nazaran) çok daha kötü sonuçlar vermiştir ve verecektir.

Muhtelif

  • Ben bir Zen Budist’i değilim, Zen Budizm’inin avukatlığını yapmıyorum. Kimseyi Budizm’e devşirmeye çalışmıyorum. Satacak hiçbir şeyim yok. Ben bir gösteri adamıyım. Bunu şu anlamda söylüyorum, Mozart çalan birini dinlemeye konsere gittiğinizde, adamın size müziğin sesinden başka satacak hiçbir şeyi yoktur. Sizi hiçbir şeye devşirmeye çalışmaz. Sizi Mozart’ın hatırı için bir organizasyona dahil etmeye çalışmaz. Ben de size bir müzisyenin piyanosuyla yahut kemanıyla yaklaştığı ruhla yaklaşıyorum. Sadece kendi keyif aldığım bakışımı sizinle paylaşıyorum.
  • Sen her şeye kadirsin, ama bu şekilde değilsin. Ben, evren olduğum sürece her şeye kadirim, ama Alan Watts rolünde her şeye kadir değilim, sadece kurnazım, sadece numara yapıyorum.
  • Bir insanın niteliksel olarak hayal edebileceği herhangi bir düşünce sisteminden daha fazlası olduğunu kabul etmesi gerektiğini düşünüyorum. Ve bu nedenle insan, asla kendini etiketlememelidir. Bunu yaptığı zaman kendini küçük düşürür.
  • Zaman kaybetmek diye bir şey yoktur, çünkü zaman boşa harcanmaktan başka ne için vardır? Sadece oturun ve hiçbir şey yapmayın. Meditasyon mükemmel bir zaman kaybıdır!
  • Şu şiiri hatırlayalım: “Bahar manzarasında üstün ve aşağı hiçbir şey yoktur / Çiçekli dallar doğal olarak büyür–bazıları kısa, bazıları uzun" Peki üstünlükteki amaç nedir? Büyüme sürecinde meşe palamudu, meşeden daha iyi değildir. Meşe ağacı sadece bir meşe palamudunun daha meşe palamudu olma yoludur.
  • Eğer para kazanmanın en önemli şey olduğunu söylerseniz, hayatınızı tamamen zaman kaybederek harcarsınız. Yaşamak için yapmaktan keyif almadığınız şeyleri yapıyor olursunuz, ki bu da yapmaktan keyif almadığınız şeyleri yapmaya devam etmektir ve çok aptalcadır.
  • (Bir programında, benim Tanrı olduğumu varsayıp bana istediğiniz sorabilirsiniz dediği zaman sorulan bir soru): “özgür irade var mıdır?” Cevabı: “insan kim olduğunu bildiği kadar özgürdür.”

-İsa Hafalır



author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

1 Yorumlar

  1. Vahdetü’l-vücud ise, bir meşrep ve bir hal ve bir nâkıs mertebedir. Fakat zevkli, neşeli olduğundan, seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar, en müntehâ mertebe zannediyorlar.
    İşte şu meşrep sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârâne bir şuhuda mazhar ise, vahdetü’l-vücuddan değil, belki vahdetü’ş-şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ, Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa, esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevağğıl ise, vahdetü’l-vücud demesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmeye kadar çıkar.

    YanıtlaSil