Header Ads Widget

test banner

Goethe’de Dini Bireyselleşme: Goethe ve Din

 

‘Goethe ve Din’ konusu hala güncelliğini korumaktadır. Sosyal medyada dolaşan yalan yanlış alıntılar bir tarafa, birçok kişi için belirli sorular cevaplanmamış gibi görünüyor: Goethe bir mümin mi, değil mi? Hıristiyan mıydı, pagan mı, hatta Müslüman mıydı? Bu konuyla ilgilenenlerin birçoğu taraf tutmak veya kendi tutumlarını güçlendirmek için açık ve net bir cevap arıyorlar. Bana göre mezkur sorulara herhangi bir biçimde net bir cevap vermek kabul edilemez ve aksi durum ikonik bir şair ve düşünürün hayatı ve düşüncesinden elde edebileceğimiz daha değerli bilgileri gözden kaçırmaya sebep olur. Bunun yerine Goethe’nin dini bireyselleşme süreci ve din meselesine olan kişisel yaklaşımı ile ilgilenmenin bizim için daha büyük bir getirisi olacağı kanaatindeyim.
“Çelişki ruhu ve bir paradoks arzusu hepimizde mevcuttur. Çeşitli görüşleri özenle inceliyorum ve sıkça duyduğum gibi neticede herkesin kendi dini görüşünü tasarlaması, bana gerçekleştirebileceğim çok doğal bir şey gibi geldi ve bunu büyük bir rahatlıkla yaptım.” Johann Wolfgang von Goethe’nin bu sözleri dinde bireyselleşmeye olan eğilimini gösteren tutumunu anlatıyor. Kendi dininizi inşa etmek ve farklı görüşlerle uğraşmak elbette doğal bir mesele gibi görünüyor.

Goethe ve Gretchen Sorusu

Goethe’nin Faust’undan halk diline bir deyim olarak geçen “Gretchen sorusu” tabiri ve bu sorunun geçtiği sahne, Heinrich Faust’un dini sorgulayan ve pekâlâ dinsiz yaşayabilen ve böyle mutlu olabilmeyi öğrenmiş bir bilim adamı olarak göstermektedir. Bir roman karakteri olarak Faust, Goethe ile tam olarak özdeşleştirilmemelidir. Bu sahneler hiçbir şekilde Goethe’deki din ve dindarlığı anlamak için yeterli değildir. Bu tez tabii ki diğer eserlerindeki birinci tekil şahıs ağzıyla anlatılan ilgili bölümler için de geçerlidir.

“Eski bilgeler ve ekoller hakkında en sevdiğim şey şiir, din ve felsefenin bir araya gelmesidir,” der Goethe ve şiir ve felsefe olmadan düşünülemeyen din değerlendirmesini böyle ifade eder. Bu sözler dinin Goethe’deki rolünü daha iyi değerlendirmemize yardımcı olur, zira din Goethe için şiir ve felsefe gibi düşünce ve ruh dünyasının bir parçasıdır.

Alman tarihinin en önemli kişiliklerinden biri olarak kabul edilen şairler prensi, felsefe veya dinin merkezi temalarıyla başa çıkmak için bir ömür harcadı. Tabii ki, tüm çalışmalarını kronolojik sırayla okumalı ve ayrıca Goethe’nin bu anlamda görüşlerini kavramak için biyografisini incelemeliyiz. Ancak bu şekilde Goethe‘nin dini dünya görüşüyle ilgili değişiklikleri ve sabitleri tam olarak kavrayabiliriz. Yukarıda sorulan soruları cevaplamak bu şekilde daha kolay olacaktır. Genel olarak Goethe’nin bu konudaki çeşitli ve çelişkili olan ifadelerini bir sıraya koymanın basit bir iş olmadığını belirtmekte fayda var.

Dini Bireyselleşme

İlk olarak dini bireyselleşme kavramı üzerinde durup, sonra Goethe’nin geliştiği çevreyi ve tarihsel koşulları anlamak için özellikle Almanya’daki modernizmle değişen din algısını ele alacağız. Bir sonraki bölümde, biyografik köşe taşlarıyla konuya girip Goethe’yi etkilemiş olan dinlerden ve bir tür dini felsefe sayılabilecek Spinozizmden bahsedeceğiz.

Dini bireyselleşme nedir?

Bireyselleşme kavramının birkaç tanımı vardır. Bireyselleşme, birey ve toplum arasındaki ilişkide köklü bir değişikliği tanımlayan sosyolojik bir kavramdır. Bireyselleşme, kişinin özgünlüğünü, kişisel sorumluluğunu, kendine güvenini, haysiyetini ve özerkliğini varsayar. Burada tarif edilen insan imgesi, insanı “egemen bir özne” olarak anlayan modern insan imgesinin temel taşıdır. Bireyselleşme sürecinde birey, biyografisini daha çok kendisi şekillendirir. Bu değişim 20. yüzyılın ikinci yarısına ait bir olgu değildir, Orta Çağ’da bireyselleşmenin erken aşamaları gözlemlenebilir. “Özünde, bireyselleşme terimi, bireyin geleneksel sosyal ilişkilerden uzaklaşmasını ifade eder.” Dini bireyselleşme ise dinin, geleneksel olandan bireysel olana doğru olan dönüşümünü tanımlar.

Bu varsayım muhtemelen antik çağdan, yani Yunan felsefesinden kaynaklanmaktadır ve Yahudi-Hıristiyan geleneğinde, eşsizliğinin, haysiyetinin ve özgür iradesinin kurulduğu tanrıdaki insan imgesi kavramında devam etmektedir. Bu düşünce Avrupa-Batı düşüncesinin temeli haline geldi. 15. yüzyıldan itibaren ve özellikle Rönesans için bu temel belirleyici bir rol oynadı. Bu yeniden doğuş, bireylerin dönüşlü bir bireysel bilinç geliştirmeye başladığı çağı işaret eder. Bu temel fikirler sonunda Avrupa Aydınlanması tarafından ele alındı ve işlenmeye devam edildi. Kant’ın talebi “Sapere aude!”dir; yani, kişinin kendi zihnini kullanma cesareti ve ahlakın dine ihtiyaç duymadığı deyişini esasen 18. yüzyılın bu hümanist kurtuluş sürecinin temel fikirlerini oluşturur. Modern çağların başından beri artan dini çoğulculuk da işe yarar. Bu fikirler de literatüre aktı. Lessing’in çalışması “Bilge Nathan” hümanizme ve Aydınlanmanın hoşgörü kavramına odaklanır. Dini hoşgörü ve çeşitliliği öne süren dramanın üçüncü perdesindeki halka parabol özellikle ünlendi. Bu dönemde kilise üzerinden (katolik ve protestan) kurumsallaşmış din ve gelenek pratiklerinin itaat bekleyen sınırlayıcılığı olmaksızın, dinsel mesajın bireysel tercihler ve anlamlandırmalar ile kişinin günlük hayatına geçişine işaret eden “dinsel bireycilik” hızlı bir şekilde yaygın hale gelmiştir. Alman entelejiyansiyasında dünyevileşmeyle beraber din “bir anlam sistemi” olarak devam etmektedir; kurumsal anlam kaybı, bireysel anlam kaybı anlamına gelmemiş ve din bireysel bilinçteki yerini korumaya devam etmiştir.

Peter L. Berger’e göre, modernite dinde mutlak bir düşüşe değil, daha çok derinleşme ve çoğullaştırmaya sebep olmuştur. Bu durum tarihte ilk defa farklı dini görüşlerin daha çoğulcu bir şekilde rekabet halinde oldukları bir ortam yaratmıştır. Goethe, çoğulculuğun bu derinleşmesinin başlangıcını deneyimlemiş olabilir. Bunun nedeni, düşünürlerin avam halktan daha önce toplumu etkileyecek yeni fikirlerle temas etmeleri olabilir.

Modernleşme süreciyle ilişkili dini alanın çoğullaştırılmasının, dini inançların ve fikirlerin tartışılmaz gerçekler olarak statülerini kaybettiği ve tüm değerlerin ve geçerlilik iddialarının göreceli olarak serbest piyasada rekabet halinde olmalarını mümkün kılmıştır. Nihayetinde bu konuda bir paradigma değişikliği yaşanmıştır diyebiliriz. Bugün ise Batı’da dinin yerini hümanizm almıştır.

“Goethe’nin dini bireyselleşmesi” en azından zamanının entelektüel ortamı için anlamlı olabilir ve aynı zamanda modernitenin daha sonraki bireyselleşme dalgasının bir işareti olarak da anlaşılabilir. Özellikle dinin daha çok siyasi bir ideoloji haline geldiği toplumlarda ilk olarak dini otoritelere ve dini geleneğe mesafe koyarak, dinin özünü toplumsal ritüellerden ayrıştırarak, dini bireysel bir derinlik hissi olarak deneyimleme olarak anlamak birçok açıdan faydalı olabilir. Şekli dindarlık ve inanç düzeyi arasında ters yönde bir ilişki olması, dini afyon kılabilme tehlikesine sahiptir. 

Bireysellik bu kültürel süreci birey perspektifinden tanımlar. Bunun için toplumun kişiselleştirilmesi her şeyden önce dinamikleri serbest bırakmak demektir. Bu anlamda, zamanının bir entelektüeli olarak öncü bir rol oynamış olan Goethe ile bu süreci gözlemlemek ilginçtir.

Dini Bireyselleşme ve Goethe’nin Biyografik Zemini

Goethe’nin otobiyografik eseri olan Şiir ve Hakikat, kendisinin dini gelişimini tarihsel-sistematik bir düzene koymamıza yardımcı olur. Genç Wolfgang, yaşamın anlamını araştırmaya 1775 Lizbon depreminden sonra başladığını söyler. Aile evinde ciddi bir dini eğitim alır. Annesi Catharina Elisabeth Goethe dindar ve maneviyata ilgilidir ve oğlunu bu yönde yetiştirir. Daha sert mizaçlı olan babası bu eğitimde geleneksel otoriter baba rolünü oynar. Pazarları ailecek ayinlere katılınır ve sonrasında çocuk Goethe’ye vaazdan anladıkları sorulurmuş. Bunun dışında çocuk yaştan beri eski ve yeni ahit okumaları yapan Goethe otobiyografisinde protestan kilisenin ayinlerinin manevi yoğunluğunu eleştirir. Bu ibadetlerin ve ayinlerin topluma fazla getirisi ve net sonuçlarının olmadığını düşünür ve Protestanlıkta kutsal törenlerin azlığından yakınır. Bir yandan içeriği eleştiren Goethe’nin diğer yandan şekle ve geleneğe önem vermesi ilginçtir.

“Çocukluk ve gençlik döneminde sadece doğal bir din anlayışına doğru eğitilmiş, sonra şevkle kendimi bana en makul gelen inanç şekline adamıştım. Ayrıca iç gücüme güvenerek ve deneme yanılma ile nihayetinde inanca teslim olmuştum,” diye yazar Goethe, Bavyeralı İ. Ludwig’e ve bu minvalde kişisel dini gelişimini özetler.

‘Goethe ve Din’ adlı eserin yazarı Hans Joachim Sinn Goethe’nin gençliğindeki dini duruşunu kısaca şiirsel bir panteizm ve kendine has bir Hristiyanlık arasında olduğunu söyler. Buradaki kendine has Hristiyanlık vurgusu Goethe’deki bireyselleşme yaklaşımlarını doğrulamaktadır. Daha sonraki yıllarda da gençliğinde olduğu gibi dogmatik olarak katı ve bağnaz din anlayışlarını reddetti.

Kendisini Leipzig’de hukuk okumaktan ziyade güzel sanatlara ilgi duyan Goethe, bu dönemde teoloji ve doğa bilimleri ya da felsefe ile daha fazla meşgul oluyordu. 1768’de bir yıllığına Frankfurt’a dönmek zorunda kalan Goethe bu dönemde manevi meselelere daha açıktır. Nekahet devri Goethe’nin hayata bakışında bir takım değişikliklere sebep olur. Aile dostu olan bir Hanımefendi Goethe’yi hasta yatağında sıkça ziyaret eder ve Goethe’yi dine ve “Pietizm” akımına yakınlaştırır. Böylece Goethe mistisizm veya simya ile iştigal etmeye başlar. Pietizmin etkileri bir süre Goethe üzerinde devam eder.

1770’te Strazburg’a gidip hukuk eğitimini tamamlayana kadar orada kalır. Strazburg’da Goethe, kendisini geleneksel şiirin kurallarından ve biçimlerinden bilinçli olarak uzaklaşan diğer genç yazarlarla tanıştıran Johann Gottfried Herder ile arkadaş olur. Goethe İslam dinini ve peygamberini ilk olarak kendisi papaz olan Herder üzerinden tanımıştır. Herder Goethe’ye Kuran’ın ilk Almanca çevirisini (“Die türkische Bibel” yani “Türk İncili”, bu eser David Friederich Meğerlin tarafından Arapçadan direkt olarak Türkçeye çevrilmiştir ve bilinen en eski Almanca Kuran tercümesidir.) okumasını Goethe’ye tavsiye eder. Bu tercümeyi önyargılı tutumundan dolayı beğenmeyen Goethe, Friedrich Rückert’i son derece şiirsel bir Kuran tercümesi yapmaya teşvik etmiştir.

Goethe ve Spinoza

Herder’in Goethe’nin dini düşüncesine olan diğer büyük bir etkisi Spinoza ve Panteizm/Spinosizm – ki bu kavramlar o dönemde eşanlamlı kullanılmışlardır- dolayısıyla olmuştur. Panteizm üzerinde ve bu teoriden türetip geliştirdiği fikirleriyle Herder zamanın dini düşünce dünyasını etkilemiştir. Genç arkadaşı Goethe, Herder vesilesiyle Panteizmin bir savunucusu olmuştur.

Goethe’nin Strazburg’da verdiği ilk doktora tezi komisyon tarafından reddedilir. Söz konusu çalışma şu an arşivlerde bulunamasa da şiir ve hakikat kitabında bu eserin içeriğine dair bazı bilgiler buluyoruz. Goethe tezinde, dini konularda devletin rolünü eleştirir ve tüm kamusal kabul edilmiş dinlerin muktedirler tarafından yürürlüğe konulduğunu iddia eder. Bundan şu çıkarım yapılmalıdır: “Devlet bu rolünden dolayı, din adamlarının ve ruhban sınıfının ne öğreteceği ve nasıl davranması gerektiği hakkında belirlemeler yapma hakkına sahip olur ve din adamı olmayan halkın hangi konuya nasıl bakacağını genel olarak dini görüşlerini tanzim etmek ister.” Büyük ihtimalle Goethe’nin bu görüşleri Protestan Pietizm mezhebinin etkisiyle gelişmiştir. Burada Katolik Kilisesi’ne karşı yapılmış dinsel bir hareket olan Reformun modern devletin homojen yapısını ciddi bir şekilde tetiklemiş olduğunu söylemek yerinde bir eleştiri olabilir. Bu örnekte de Protestan Kilisenin geldiği durum gözlemlenebilir.

Goethe Katolik mezhebiyle İtalya’ya yaptığı yolculuk sayesinde tanışır. Zengin kültürü bir yandan ve aynı zamanda biraz fazla şaşaalı bulduğu Katolikliği yakından değerlendirme imkânı bulur. İtalya gezileri sırasında yazdığı eserleri ayrıca Katolik mucize inancı ve ritüellerine yönelik birçok eleştiri içerir. Protestanlıktaki sakramentleri az bulan Goethe Katolik mezhebindekileri ise fazla bulacaktır. 

‘Almanya’da Din ve Felsefenin Tarihi’ isimli eserinde “Büyük pagan” Almanya’da Goethe’ye verilen isimdir, der Heinrich Heine. Ancak bu isim pek de uygun değildir. Bunun sebebi panteist olarak bilinen kişilere daha çok pagan yaftasının yakıştırılmasıdır. Goethe’nin özel durumu pek göz önünde bulundurulmadan söylenmiş bir söz olarak kabul edilebilir aynı zamanda bu deyiş. Peki Goethe gerçekten Spinozist miydi? Ya da Goethe, Hristiyanlık, Müslümanlık arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Bu soruların cevabını ve Goethe’nin ne kadar Spinozist veya Hıristiyan olduğunu ve İslam dini ile olan ilişkisini önümüzdeki yazılarda ele alacağız.

Yazıyı bitirmeden evvel Goethe’de şiirsel panteizminin Fırtına ve Coşku dönemlerinde hüküm sürdüğünü not etmiş olalım. Zira daha sonraki yıllarında hümanist dünya görüşü, Tanrı arayışı ve inancı kendi tabiriyle “göğsündeki saf çocuksu titreme” daha ciddi bir rol oynayacaktır.

Halil Topcuk
Twitter: @haliltopcuk

Not: Bu yazı ilk olarak 27 Mayıs 2020’de https://gorus21.com adresinde yayınlanmıştır. 
author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

3 Yorumlar

  1. "Bugün ise Batı’da dinin yerini hümanizm almıştır." Bugün Batıda hümanizm ateizm olarak anlaşılıyor. Ben Amerika'da yaşıyorum ve burada dindarlık ateizmden haka çok daha önde. Evanjelikleri bir kenara koysak bile bir şekilde dini anlam dünyasının parçası görenler ateistlerden çok daha fazla. O halde bu cümlenin dayanağı nedir?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Avrupayi kastetmistir. Amerika dinci fasist bir ulke

      Sil
    2. Avrupa’da da baksak durum farklı değil. Evet kiliseye gitme oranları çok düşük şu anda ama insanlar hala kendilerini Hristiyan görüyor çoğunlukla. Çok daha az kurumsal, çok daha bireysel daha anlam dünyasına ait bir dindarlık belki ama hümanizm dinin yerini aldı demek için sayılar yeterli değil. Hala hemen her Avrupa ülkesinde kendisini Hristiyan görenler ateistlerden çok daha fazla. Hümanizm dinin yerini mi alıyor? Yoksa insanların anlam dünyasında dinin yanında kendine yer mi açıyor?

      Sil