Header Ads Widget

test banner

Tarihi Yeniden Okumak veya Modernlikle Yüzleşmek (4)



İlk yazının sonunda İslamcıların tarihe dair bir söylemleri olduğunu ve bu yazı dizisinde bu söylemin ne kadar gerçeği yansıttığını sorgulamak istediğimi yazmıştım. Buraya kadar olan kısımda bu söyleme alternatif olduğunu düşündüğüm hikâyeyi anlatmaya çalıştım. Bu noktadan sonra yeniden başa dönüp ilk yazıda bazı örneklerini de sıraladığım o söyleme dair eleştirilerimi paylaşmak istiyorum.

İlk yazıda kendi anladığım şekliyle basitleştirerek bu söylemi şu şekilde özetlemeye çalışmıştım:

“Müslümanlar bir zamanlar dünyanın en ileri medeniyetiydi. Osmanlı dünyanın süper gücüydü. Daha sonra Batılılar başka ülkeleri sömürerek ve içimizde hainler satın alarak bizim gücümüzü aldığımız İslam'dan uzaklaşmamızı sağladılar. Özellikle Tanzimat'tan sonra Batı uşağı hainler Batılıların da komploları ve desteğiyle ipleri ele aldı, hep Batı'ya doğru gitmeye başladık. Atatürk zaten İngiliz ajanıydı. İngiliz Başbakanı Gladstone bu Kur'anı Müslümanların elinden almazsak onları yenemeyiz demişti. Demek ki Batıdan gelen her şey kötüdür, Batıdan gelen her şeyi reddeder, 200 yıllık veya kimi zaman 90 yıllık parantezi kapatıp yeniden kaldığımız yere dönersek ve Batılı kurum ve sistemlerin hepsine alternatif onlardan tamamen farklı İslami versiyonlarını yaparsak yeniden süper güç olup dünyayı yönetebiliriz ve yönetmeliyiz.”

Bu bakış açısındaki en önemli sorunun bir çeşit anakronizm olduğunu düşünüyorum. Yani modernlik içerisinde doğmuş büyümüş, dünyayı öğrenmiş ve anlamış insanların modern öncesi dönemleri de bu çerçeve içerisinden görmeleri, anlamaya çalışmaları ve anlatmalarıdır. Oysa hikâyede anlattığım gibi modern öncesiyle modernlik arasında avcı toplayıcı toplulukların hayat tarzıyla tarım toplumlarının hayat tarzı kadar büyük farklar var. Bu kişiler bu büyük farkları çoğu zaman tümüyle göz ardı ediyorlar.

Mesela Osmanlı için süper güç tabiri çok sık kullanılıyor. Oysa bizim bugün anladığımız şekliyle bu kavram tarihin belki sadece II. Dünya Savaşı sonrası döneminde ortaya çıkmış ve belki de giderek ortadan kalkacak bir kavram. II. Dünya Savaşı sonrasında ABD ekonomisi toplam dünya ekonomisinin yarısını oluşturuyordu. 1975 yılına gelindiğinde dahi ABD ekonomisi tek başına dünya ekonomisinin yaklaşık üçte birini oluşturuyordu. 90’ların başında Sovyetler ve Doğu Bloku’nun çökmesiyle birlikte askeri olarak mutlak üstünlüğü tek başına ele geçirdi ABD. Bu dönemde ABD’nin askeri harcamaları tek başına dünyadaki tüm askeri harcamaların yarısına yaklaştı. Bilimsel makalelere yapılan referans sayılarına bakıldığında bilimsel üretimde de benzer bir tablo olduğu görülür. Yumuşak güç açısından baktığımızda da yine II. Dünya Savaşı sonrasında ve özellikle de Doğu Bloku’nun çöktüğü 90’lı yılların başından 2010’lu yılların başına kadar ABD’nin mutlak bir üstünlüğü olduğunu, pek çok ülkede kendi ideolojisine yakın rejimler kurulmasını sağladığını görebiliriz. Tüm bu göstergelerin ifade ettiği hegemonik süper güç olma durumu önce I. Dünya Savaşı daha sonra II. Dünya Savaşı’nda Avrupa’daki diğer Batılı ülkelerin yıkıma uğradığı, Almanya, Japonya gibi yenik ülkelerin doğrudan ABD işgali altında olduğu, gelişmekte olan ülkelerinse henüz modernleşme yolunda yeterince yol alamadıkları özel şartların sonucudur. Nitekim 2019 yılı itibariyle duruma baktığımızda Çin, Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerin oyuna dahil olmasıyla ABD tüm bu göstergelerde görece olarak gerilemektedir.

Osmanlı’ya baktığımızdaysa kendi bölgesinde görece olarak çok güçlü bir imparatorluk olsa da hiçbir zaman böylesi bir hegemonik güç olduğu söylenemez. Mesela Osmanlı iktisat tarihinin en önemli isimlerinden Mehmet Genç Osmanlı ekonomisi konusunda şöyle diyor:

“Daha başlangıçtan beri kaynaklarla alakalı denge kesin olarak Avrupa'nın lehinde idi: Nüfus, üretim hacmi, sermaye stoku, teknoloji ve enerji kapasitesi bakımından Avrupa, Osmanlı'nın asgari 4-5 katı büyüklükleri kontrol ediyordu ve buna rağmen Osmanlı Türkiye’si, kıta içinde yüzyıllar süren bir genişlemeyi sürdürebilmiş ve yaklaşık bir milyon km karelik bir bölümünü, yani kıtanın % 10'unu kontrolü altına almayı başarmıştı.”

Demek ki Osmanlı gücünün zirvesindeyken bile askeri üstünlüğüne rağmen ekonomik olarak, üretim olarak, nüfus olarak dünyayı geçtim Avrupa’nın bile çok çok gerisindeydi. Askeri olarak da o zamanki imkanlar düşünüldüğünde modern süper güçler gibi kendi ülkesinden on binlerce km uzaklıkta operasyonlar düzenleme kapasitesi yoktu. Yani Osmanlı’nın global hegemonik bir süper güç olması mümkün değildi. Nitekim daha önce de belirttiğim gibi en güçlü olduğu dönemde dahi deniz savaşlarında kendi arka bahçesinde Portekizlileri durdurması mümkün olmamıştı. Ayrıca gücünün sınırları Batı’da Alman’ların çoğunluğunu oluşturdukları Kutsal Roma İmparatorluğu’na Doğu’da İran’a kadar uzanıyordu. Viyana’yı en güçlü olduğu Kanuni devrindeki 1. Viyana kuşatmasında da alamamıştı. Doğudaysa Safevilerin başkenti İsfahan’ı kuşatmaları bile mümkün olmadı. Osmanlı İran savaşları asıl olarak Doğu Anadolu’da Kuzey veya Güney Azerbaycan’da, Kafkaslar’da geçiyordu. Aslında bugün de baktığımızda bu bölgede yani İstanbul’dan Almanya’ya kadar veya İstanbul’dan Rusya’ya kadar olan bölgede veya Ortadoğu’da İran dışında Türkiye kadar güçlü başka bir ülke yok. Yani görece olarak o dönemde daha güçlü olsa bile Osmanlı en güçlü olduğu dönemde dahi bugün anladığımız şekliyle küresel bir süper güç olmadı, daha çok bölgesel bir güçtü o zamanda.

Daha da genel olarak bu söylemin sahipleri modern öncesi dönemi modern bir dönemmiş gibi algılıyor ve gösteriyorlar. Modern bir insan için yokluğunu anlaması zor olan pek çok şey mesela modern kanunlar, ulus devlet, modern eğitim, modern sağlık, sosyal güvenlik sistemi vs. geleneksel dönemde yoktu. Mesela tahminlere göre Avrupa’da 1500 yılı itibariyle okuma yazma bilen erkeklerin oranı %10 kadınlarınsa %1-2 civarındaydı. Modern öncesi dönemde bebek ölüm oranları yani bir yaşını doldurmadan ölen çocukların oranı %20 olarak, yetişkinliğe ulaşmadan ölenlerin oranıysa %60 olarak tahmin ediliyor. Sosyal güvenlik sistemi diye bir kavram yoktu. Devletin zorda kalanlara bakmak gibi bir görevi bulunmuyordu bu işi vakıflar yani hayır sahipleri üstleniyordu. Başka bir deyişle sosyal güvenlik bir vatandaşın devletten talep edebileceği bir hak değildi. Emeklilik, sosyal güvenlik bir yana memurlar mesela kadılar bile belirli süreliğine atanıyor ve görevleri bittiği andan itibaren yeniden görev alana kadar maaş alamıyorlardı. Bu atamaların süresi medreseden mezun olanların sayısındaki artışla zaman içinde bir yıla kadar düşmüştü. Ayrıca kadıların gelirleri büyük oranda baktıkları davalardan aldıkları harçlarla karşılanmaktaydı (bugünkü gibi EFT yapılan bir para ekonomisi yoktu demiştik o dönemde). Tüm bu nedenler rüşvetin artmasına veya kadıların hakları olmayan harçları mahkemesini gördüğü kişilerden almalarına neden olmuştur (sonuçta bir yıl içinde kazandığı parayla yıllarca geçinmesi gerekecek bu insanların). Diğer bürokratların durumu belli açılardan daha da zordu zira Tanzimat’a kadar can ve mal güvenlikleri bulunmuyordu. Bugün görevden alınmayla bitecek bir hataları hem öldürülmeleri hem de tüm mallarına el konulmasıyla bitebiliyordu. Yine kanunnamelerden bahsedilse bile bunlar bizim bugün anladığımız anlamda bağlayıcı belgeler değildi. Öncelikle kapsamları vergi, ceza ve devlet teşkilatlanması gibi konularla sınırlıydı. Mesela bir borçlar kanunu, medeni kanun, ticaret kanunu gibi kanunlar bulunmuyordu. Kanunlar bugünkü kanunlar gibi belirli bir alanı devlet teşkilatının tamamını bağlayıcı şekilde düzenlemek için yazılmış metinler değildi. Mesela bir konuda bir kanunname yayınlandıktan sonra aynı konuda başka bir fermanla daha farklı bir karar da verilebiliyordu ve bu yapılırken bu konuda kanunname vardı bu kanunnameyi değiştirelim gibi bir düşünce yoktu zira orijinal kanunnamenin niteliği de bugün anladığımız kanunlardan çok fermanlara benziyordu. Bu kanunnameler devletin her kademesinde ve tüm coğrafyasında aynı şekilde yayınlanıyor değildi. Kimi kazada özet halde, kimisinde tam olarak bulunabiliyordu. Yine devletin tüm kanunlarındaki ilkeleri belirleyen bir anayasayı veya buna benzer bir metni de yoktu (itiraz edecekler için söyleyeyim hayır Kur’an bir anayasa metni değildir). Veya bugünkü gibi devlet daireleri, özelleşmiş bir bürokrasi yoktu. Devlet daireleri ilgili paşaların konaklarıydı. Aynı kalem hem başbakanlık bürokrasisi hem dışişleri bürokrasisi gibi çalışabiliyordu. Buradaki memurların sayıları da bugünle kıyaslanmayacak kadar azdı. Asker polis ayrımı yoktu. Hatta sivil bürokrasi askeri bürokrasi ayrımı da yoktu. Belediye veya yerel yönetim kavramı yoktu. Bu hizmetleri mahalleler kendileri organize olarak sağlamaya çalışıyordu. Kısacası görülebileceği gibi devlet dediğimiz yapı bugün sadece sivil kamu çalışanlarının 3 milyonun üzerinde olduğu örgütlenmeyle kıyaslandığında çok daha basit çok daha küçük bir örgütlenmeydi.

İslamcıların tarih söylemi tüm bu farkları yok sayıyor, adeta gözlerden saklıyor ve belki kendileri dahi bunların farkına varmıyor. Geçmişten bahsederken o dönemi bugünle kıyaslayabiliyor, o zaman şöyleydik bugün böyleyiz gibi ifadeler sık sık tekrarlanıyor. Böylece modernliğin geleneksel sisteme karşı oluşturduğu meydan okumayı ve bunun sonucunda yaşanan değişimleri mesela o zamanki görece basit devlet yapılanmasından bugünkü hayatın her alanını düzenleyen Türkiye’deki iş gücünün neredeyse %10’unu oluşturan 3,5 milyon sivil kamu çalışanıyla işletilen yapıya niye ve nasıl geçtiğimize dair hikâyeyi görmezden geliyor. Yine bununla ilişkili olarak kendisini bu meydan okumaya bir cevap verme veya modernliğe bir alternatif oluşturma ihtiyacı içerisinde de hissetmiyor (yani eğer devlet o zamanki yapıdan bugünkü yapıya geçmemeliydi diyorsalar ne yapılmalıydı?).

-Ahmet Şeker
author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

0 Yorumlar