Header Ads Widget

test banner

Tarihi Yeniden Okumak veya Modernlikle Yüzleşmek (3)

Bir önceki yazımda Avrupa’da modernliğin ortaya çıkışı ve bunun Osmanlı’ya etkilerinden bahsetmiştim. Bu yazıdaysa hikayeye devam edip, sonrasında yorumlarımı ekleyeceğim.

Avrupa devletlerinin kendi aralarında bugün tüm dünyada hala geçerli olan diplomatik teamüller ve daimi elçilikler 15.yydan itibaren görülmeye başlandı. Oysa Osmanlı devleti Batı karşısında büyük yenilgiler alana kadar Batı’da ne olup bittiği ile çok fazla ilgilenmiş değildi. Belki Bernard Lewis’in orta çağ demir perdesi tabiri fazla iddialı olabilir fakat 17.yyda Batı’dan biraz haberdar olan nadir düşünürlerden Katip Çelebi’nin özel kütüphanesinin ölümünden sonra daha 1600lü yılların ortalarında Leiden Üniversitesi için Alman bir orientalist tarafından satın alınmış olması bile Lewis’in tümüyle haksız olduğunu söylemeye imkan vermiyor ne yazık ki. Yani niçin bizim oksidentatlistlerimiz Alman alimlerinin kütüphanelerini Fatih Medresesi adına satın alıp İstanbul’a getirmiyorlardı da tersi oluyordu? (bu arada acaba bu koleksiyon Alman oryantalist yerine yerli bir sahaf tarafından satın alınmış olsa bugüne gelebilir miydi acaba?)

Fakat biz ne kadar Batı ile ilgili olmasak da şartlar bu ilgisizliği daha fazla sürdürmeye imkan vermedi. 2. Viyana kuşatması ve ardından gelen büyük bozgun Batı’nın eski Batı olmadığını açıkça gözler önüne sermişti. Gerçi 1711'de Prut'ta henüz Batı ülkeleri kadar moderleşememiş Ruslara karşı başarı elde edebiliyordu Osmanlı ama 1715-18 savaşlarında Avusturya ve Venedik'e bir kez daha yenilmişti. Nitekim Osmanlı'nın Batı'ya olan ilgisinin bu bozgunlardan kısa süre sonra Lale Devri'nde başlaması da tesadüf değil tabi ki. 1720 yılında Fransa'ya ilk uzun süreli elçi yollandı (öncesinde sadece mektup getirip götürmek amaçlı ulak benzeri saray çavuşları yollanıyordu elçi olarak, fakat Fransa'ya giden 28 Çelebi Mehmed Efendi'nin de daimi elçi olmadığını belirtmek lazım, daimi elçilikler 18.yy sonunda açıldı). Yine bu savaşlarda Osmanlı'ya karşı savaşan komutanlardan olan Kont Bonneval'i Ahmet Paşa yaparak orduda ıslahatlar yapması için 1731 yılında İstanbul'a getirdiler ve Bonneval oluşturduğu topçu birliğine ilk olarak matematik yani hendese öğretmekle işe başladı. Demek ki daha 18.yy başında Avrupa ordularında sıradan topçular bile matematik biliyorlardı top mermilerinin gidişini hesaplayabilmek için.

Yani 18.yy'ın daha başlarında Batı'ya doğru bir meyil başlamıştı ve bunun nedeni içimizdeki satılmış hainler değil, 2. Viyana kuşatması gibi büyük yenilgilerdi. 17.yy'da hala bir ümit vardı. Belki eskisi kadar yenemiyorduk ama henüz büyük yenilgiler de yaşanmamıştı ama 18.yy'da artık yeniliyorduk. Yine de 18.yy'ın ilk yarısında 1711'de Prut'ta, 1739'da Belgrad'da olduğu gibi Rusya'ya hatta Avusturya'ya üstün geldiğimiz savaşlar da yok değildi. Yani yenilsek bile henüz ezilmiyorduk. Oysa 18.yy'ın ikinci yarısından itibaren durum değişti. Artık bir yandan Batı ile ara iyice açılmaya başlamış diğer yandan aslında bundan sonrasında baş düşmanımız olacak Rusya modernleşme yolunda hayli yol almıştı. O nedenle 18.yy'ın ikinci yarısı artık dip yaptığımız bir dönem denebilir sanırım. Bir yandan çok ağır yenilgiler, diğer yandan bu yenilgilere karşı cevap vermemizi engelleyen başka sorunlar yaşanıyordu.

Mesela daha önce devlet savaşlar için gereken parayı tımar gelirlerini toplu olarak mültezim denen zenginlere satarak karşılıyordu demiştik. Fakat savaşların arkası kesilmediği ve hazinenin sürekli paraya ihtiyacı olduğu için bu kiralamaların boyutları ve süreleri giderek uzamaya bu işi yapan kişilerse giderek daha zenginleşmeye, daha büyük topraklar kiralamaya ve buralarda babadan oğula geçen uzun süreli egemenlikler kurmaya başlamışlardı. Böylece İmparatorluğun her yanında ayan denilen hanedanlar çıkmaya başladı ortaya ve bu kişiler bulundukları bölgelerin vergisini toplayarak hatta kendilerine ait ordular kurarak buralarda yarı özerk yönetimler kurdular. Artık 18.yy sonlarına geldiğimizde padişahın otoritesi neredeyse İstanbul dışında geçmez olmuştu. Yani o ders kitaplarında gösterilen milyonlarca km kare alanı Osmanlı olarak gösteren haritalar tam da gerçeği yansıtmıyor. Bu dönemde artık Osmanlı devleti bir çeşit konfederasyona dönüşmüştü. Mesela Arnavutluğun kuzeyinde hüküm süren Buşatlı ailesi ile Karadağ'da hüküm süren prensler arasında yapılan savaşlarda iki taraf da farklı Avrupa devletlerinden destek alarak bir biriyle savaşıyordu, Osmanlı’nınsa ciddi bir varlığı hissedilmiyordu.

3. Selim dönemine gelindiğinde artık devlet elitleri modernleşmenin gerekliliğini anlamıştı. Tabi ki öncesinde de reform yanlısı devlet adamları vardı ama bu dönemde artık elitler arasında ciddi miktarda modernleşme yanlısı kadrolar oluşmuştu (mesela Hakan Erdem son bir kaç yazısında Süleyman Penah Efendi hakkında yazdı). 3. Selim de iyi yetişmiş genç bir padişah olarak bu düşüncelere sahip olunca Nizam-ı Cedit denilen reformları başlattı. Bu sadece ordu ile ilgili bir reform değildi. Adı üzerinde yeni düzen, artık eskinin nizam-ı kadim (veya nizam-ı alem) anlayışından nizamı cedite geçiliyordu. Fakat özellikle Rumeli'deki ayanların gücünü kırmayı başaramadı. Ayrıca aslında yapmaya çalıştığı şey Avrupa devletlerindeki gibi modern bir ordu ve modern devlet kurumları kurmaktı fakat bunun altını doldurabilecek ne ekonomik gücü vardı devletin, ne de tüm bu kurumları doldurabilecek yetişmiş insan kaynağı. Maddi kaynak bulmak için girişilen iradı cedid, bahriye hazinesi, tütün ve kahveye konulan vergiler, dini vakıfların ellerindeki değerli kap kacağa el konulması vs. tam tersine halkta yapılan reformlara karşı tepki oluşturdu. Bir yandan insanlardan ciddi bir zihniyet dönüşümü bekliyorsunuz, bir yandan bu dönüşüm aynı zamanda pek çok insan için makamlarını veya en azından toplum içerisindeki konumlarını kaybetmeleri anlamına geliyor, bir yandansa zaten küçük olan pastadan insanların aldığı payı daha da küçültmek istiyorsunuz. Bunun sonucunda bir isyanla yönetimin devrilmesi çok da şaşırtıcı değil aslında. Oysa 2019 yılında dahi pek çok okul kitabında gerici ulema, tembelliğe alışmış Yeniçeri, cahil halk gibi açıklamalar okuyoruz. Hiç bir şey o kadar da siyah beyaz değil. Mesela yukarıda ayanlar dedik onlar için de benzer şeyler söylenebilir. Bugün Van'a gidip İshak Paşa sarayını gezip güzelliği ile mest olan insanlar daha sonra başka bir yerde merkezi otoritenin gücünün azalmasına neden olan ayanları okuduğunda arkalarından sayıp dökebiliyor. Oysa Avrupa'yı gezdiğinizde adım başı yerel soylular tarafından yaptırılmış saraylar, şatolar görmek mümkün Anadolu'da durum niçin bu şekilde değil? Çevredeki kaynakların sürekli olarak merkeze yönlendirilmesi her durumda iyi midir? En azından bu durum çevredekiler için de iyi midir?

Konumuza dönersek 18.yy sonlarında artık Osmanlı'nın önemli Avrupa devletlerinde daimi elçilikleri vardı, en azından yönetim tabakası Batı'da olup bitenlerin ciddi olarak farkındaydı, savaşlarda artık tümüyle ezilmeye başlamamız da modernleşme ihtiyacını açıkça hissettiriyordu, bu yönde ciddi adımlar da atılmaya başlanmıştı fakat henüz bunu hayata geçirecek kadrolar, kaynaklar ve belki zihniyet mevcut değildi. O nedenle 3. Selim'in modernleşme çabaları hem hedeflendiği kadar başarılı olamadı hem de sonunda bir isyanla son buldu. İsyanı bastırmak için devlet bir takım tavizler vererek ayanlardan yardım istemek zorunda kaldı. Ayanların başındaki Alemdar Mustafa Paşa sadrazam yapıldı ve aslında fiili gücü tümüyle eline aldı (İstanbul'a gelip 3. Selimi yine tahta çıkaran ordu Alemdar’ın ordusuydu padişahın değil). Sonuçta olaylar sırasında Alemdar da 3. Selim de onun yerine geçirilen 4. Mustafa da öldü ve Osmanlı ailesinden geriye bir tek 2. Mahmud kaldı. Bu nedenle de devletin ayakta kalması için kimse ona dokunamadı. 2. Mahmud'un babası ve 3. Selim'in amcası 1. Abdülhamid 3.Selim'in eğitimine çok önem vermiş ve çok iyi yetişmesini sağlamıştı. Aynı şekilde 3. Selim de amcasının oğulları olan 4. Mustafa ve 2. Mahmud'un iyi yetişmesine çok özen göstermişti. O nedenle 2. Mahmud tahta çıktığında hem iyi yetişmişti hem de 3. Selim'in döneminden dersler alarak çıktı. Zamanla tüm gücü ele geçirdi ve 3. Selim'in yapmak isteyip de yapamadığı pek çok reformu gerçekleştirdi. Ayanların gücünü kırıp merkezi devletin otoritesini tüm ülkeye yaydı. İlk modern nazırlıkları yani bakanlıkları kurdu. Evkaf yani vakıflar nazırlığını kurarak o zamana kadar özerk olan dini vakıfları buraya bağladı. Yani ulemanın özerkliğini ortadan kaldırıp devlete bağlamış oldu. Yeniçeriliği kaldırdı. Muhtarlıkları kurdu. Tıbbiyeyi kurdu. İlk gazeteyi yayınlattı. Hatta ölümünden bir kaç ay sonra ilan edilen Tanzimat’ı da onun döneminin bir sonucu sayabiliriz. Yani bir yönüyle 2. Mahmud'u modern Türk devletinin ilk kurucusu saysak yanlış yapmış olmayız. Oysa muhafazakar kesimin veya İslamcıların gözünde gavur padişah olarak görülür 2.Mahmud. İlk kılık kıyafet reformunu yapması, burada sayılan diğer reformlar, en önemlisi de tanzimat nedeniyle şimdilerde İslamcıların 200 yıllık parantez kapanıyor dedikleri parantezi açan kişiydi kendisi. Tabi ki burada padişahlar önemli olsa da sadece bir kişinin yaklaşımından ziyade tüm bu hikaye boyunca gidişatı okuyan ve giderek genişleyen bir ekip vardı. Sonuçta insanlar ne satılmıştı ne haindi, olup biteni görmek için aptal olmamak yeterli. 18. yy'ın ikinci yarısında her savaşta Ruslar bir nehirden diğerine atlayarak Tuna'ya kadar geldiler. 1787-92 Osmanlı Rus savaşı eski düzenin dibi gördüğü noktaydı (her ne kadar Fransız İhtilali vs nedenlerle Avrupa devletleri kendi derdine düşünce kayıplar nispeten sınırlı kalmış olsa bile). Ordu savaşmadı, yine hain olduklarından değil artık Ruslar karşısında yapabildikleri çok bir şey olmadığından dolayı. Toplu olarak saraya başvurup barış yapın diye diretti komutanlar. Nizam-ı Cedit'in bundan sonra başlaması tesadüf değil.

Hikayenin geriye kalan kısmı parantezin içinde geçiyor olsa da oraya da değinelim biraz. Tanzimat’tan itibaren artık ülkenin yüzü tümüyle modernleşmeye ve bu nedenle de Batı’ya döndü. Geleneksel Osmanlı bürokrasisinin yetişmesi modern zamanlardaki gibi kamu yönetimi bölümü mezunu gençlerin 20'li yaşlarında sınavla devlete girmesiyle olmuyordu. Zaten ne modern zamanlardaki gibi standardize edilmiş bir eğitim, ne de modern zamanlardaki gibi bir devlet dairesi kavramı vardı. Devlet dairesi ilgili vezirlerin ve paşaların konaklarıydı. Memurlar daha çocuk yaşta bu konaklarda çırak gibi çalışmaya başlıyor ve burada yetişiyorlardı. 18. yy sonlarından itibaren amedi kalemi denilen ve dış işleri bürokrasisi görevini de yüreten kalemden yetişen memurların devlet yönetimindeki önemi artmaya başlamıştı. Bu kısmen savaşlarda yaşanan başarısızlıklar sonrasında zor ve uzun müzakereler yürütülmesinden kaynaklansa da aynı zamanda artık Osmanlı’nın Avrupa’da daimi elçilikleri olduğu da düşünülürse Batı dillerini bilen, Batı ile iletişimde olan, modern kurum ve yöntemlerden haberdar olanların en başta buradaki memurlar olmasından kaynaklanıyordu. Tanzimatın mimarı olan Mustafa Reşid Paşa da amedi kaleminden yetişmişti ve diplomasi kökenli bir sadrazamdı. Onun yetiştirmesi olan tanzimat döneminin diğer iki önemli paşası olan Mehmed Emin Ali Paşa ve Fuat Paşa’nın ikisi de tercüme odası kökenliydi. Tercüme odasını ilk kuran kişinin mühendishane kökenli Yahya Naci Efendi olması ve mühendishanenin de 1770’de Çeşme’de Osmanlı donanmasının Ruslar tarafından tamamen yok edildiği faciadan sonra başta Baron de Tott olmak üzere Fransa’dan getirilen hocalara ve mühendislere kurdurulmuş olması da sanırım önemli bir bilgi bu noktada. Yine Fuat Paşa önce Fransızca eğitim veren Tıbbiye’de okuyup sonra tercüme odasına girmiş. Yani demek ki modernlikle temas etmiş olan, o sıralar modernliği temsil eden Batı’yı bilen kişiler ve kurumlar öne çıkarken, bunu bilmeyenler gözden düşmüşler bu dönemde. Niçin? Bu kurumlara karşı bir komplo kurulduğu için mi? Eğer bu bir komploysa bugün iş ilanlarının hemen hepsinde “İngilizce bilen” yazması da bir komplo mudur? Veya İngilizce bilen bir kişinin tüm diğer özellikleri aynı olan bilmeyen bir kişiye göre daha iyi yapacağı şeyler yok mudur? İşiyle ilgili bir kaynağı araştırdığında bulacağı İngilizce kaynak sayısıyla Türkçe kaynak sayısı aynı mıdır? Yani bugün bile hala Batı’yı daha iyi bilenler daha efektif olabiliyorlar demek ki. O dönemde de bir yanda daha efektif Batılı ordular, Batılı devletler var diğer yanda Osmanlı’nın geleneksel sistemi. Eğer geleneksel olan modern olandan daha efektif olsaydı herhalde şamar oğlanına dönen biz değil onlar olurdu. Yok eğer Batı’nın sisteminin tarihin o noktasında daha efektif olduğunu kabul ediyorsak o durumda bu sistemi bilen, buraya taşıma, burada uygulamalarını yapma kapasitesi olanların, geleneksel olanı bilenlere karşı önem ve değer kazanması bir komplo değil demektir.

Nitekim bahsini ettiğim bu paşaların Tanzimat döneminde bir çok kez görevden azledilip tekrar göreve getirilmeleri de devletin bu tecrübelere ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Onlar da göreve gelerek pek çok reformlar yaptılar. Özellikle Tanzimat’la birlikte Avrupa’ya öğrenciler yollandı, yeni ve modern okullar ve devlet kurumları kuruldu (polis teşkilatı, posta teşkilatı vs). Devlet idaresinden, hukuka, askeriyeden, eğitime modern bir ulus devlet oluşturulmaya çalışıldı (mesela geleneksel dönemde bugün anladığımız şekliyle kodifiye edilmiş kanunlar yoktu). Sonrasında Abdülhamid dönemi bir baskı rejimi de olsa o dönemde de yine modernleşme amaçlı pek çok reformlar devam etti (pek çok yeni modern eğitim kurumunun açılması, demir yolları, telgraf hatları kuruldu vs). İttihat terakki dönemi kısa sürmüş olsa da o dönemde de önemli reformlar yapılmaya çalışıldı. Hatta daha sonra Cumhuriyet döneminde yapılan pek çok reform bu dönemde de gündeme geldi. Mesela medreseler bugünkü imam hatipler benzeri bir yapıya kavuşturularak sıralarda ders işlenen, belirli müfredatı olan ve belirli süreli derslerin işlendiği eğitim kurulmarına dönüştürüldü. Latin alfabesine geçmeyi düşündüler ama onun yerine basitleştirilmiş bir Osmanlı alfabesi kullanılmaya başlandı (bknz. Enver Yazısı).

Bu noktada denebilir ki tüm bu reformlar başarısız olmuş ki bu kadar toprak kaybedildi. Ben öyle düşünmüyorum. 19.yy da çok büyük toprak kaybı yaşandığı doğrudur fakat 1789 Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik denilen yeni bir fikir ortaya çıktı. Geleneksel toplumlar kendilerini din üzerinden tanımlıyordu. Geleneksel devletlerin de zaten güvenlik ve adalet dışında bir hizmetleri yoktu. O nedenle Mora’da yaşayan bir Rum veya Sırbistan’da yaşayan bir Sırp için dinini özgürce yaşayabildiği sürece, hele de Osmanlı Hristiyan bir beyden daha fazla vergi almıyorsa isyan etmesi için bir neden yoktu. Oysa 19.yy da bir yandan milliyetçilik sıradan insanlara yeni bir kimlik veriyor, diğer yandansa devletler merkezileşerek hayatın her alanına en ince ayrıntısına kadar düzenleyen modern ulus devletlere dönüşüyordu. Yani artık güvenliği sağlandığı sürece şikayeti olmayan bir Rum köylüsü, aynı zamanda Rum soydaşları ile birlikte yaşayacağı temel eğitimin olduğu, bunun Rumca yapıldığı, yaşadığı bölgeleri modernleştirerek Avrupa kadar müreffeh olmasını sağlayacak bir ulus devleti olsun istiyordu. İş bu noktaya geldikten sonra bunun geri çevrilmesi bana göre mümkün değildi. 72 milletten insanın yaşadığı devasa bir geleneksel imparatorluk olan Osmanlı nasıl bir ulus devlete dönüşecekti ki tüm bu halkları tek çatı altında toplayabilsin? Böyle bir şey mümkün olmadığı için modernlikle birlikte bu toprakların önemli bir kısmının kaybedilmesi kaçınılmazdı (Balkanlara bakarsak Karadağ diye bir ülke 600 bin nüfusuyla aynı dili konuştuğu aynı dinin aynı mezhebine bağlı olduğu hatta Yugoslavya iç savaşında birlikte savaştığı Sırbistan’dan ayrıldı, Sırbistan’la bile birlikte yaşayamayan bu adamlar nasıl olacaktı da modern bir ulus devlet olan Türkiye’nin parçası olacaktı?). Bir tek Selanik’in Batı’sına kadar olan kıyı şeridi ve Karadeniz kıyısında Türkiye sınırından Tuna ağzına kadar olan bölge aslında Türklerin çoğunluk olduğu bölgelerdi (Kırım Kafkaslar vs saymıyorum ama onlar da güçsüzlüğümüzden dolayı kaybedilen topraklardır). Buralar ve bunlara yakın bazı yerler farklı şartlarda pek ala Türkiye’nin parçası olarak kalabilirdi zira buralarda nüfusun çoğunluğu Türktü veya Müslümandı; fakat mesela Sırbistan, Hırvatistan, Yunanistan’ın güney bölgeleri vs. modern zamanlarda Türkiye’nin parçası olarak kalamazdı (nitekim bugün Bulgaristan Türklerinden veya Batı Trakya Türklerinden bahsediyoruz ama Sırbistan Türkü veya Hırvatistan Türkü diye bir şeyden bahsetmiyoruz). Aynı şekilde o zamanki Arap vilayetlerinin bugünkü nüfuslarına bakılırsa Türk nüfusundan fazla nüfusları olduğu görülür. Yani ulus devlet çağında ne bu bölgelerin Türkleşmesi mümkündü ne de Türklerin nüfusunun çoğunluğunu Arapların oluşturduğu bir ulus devlet kurması. Tabi ki burada sınır buradan değil şuradan geçseydi denebilir ve yeterli gücümüz olsaydı bu mümkün de olabilirdi ama büyük resimde aslında üç aşağı beş yukarı bugünkü Türkiye haritasına benzer bir alanda kurulabilirdi bir Türk ulus devlet nitekim öyle oldu. Yani tüm bu reformların başarısını Sırbistan veya Irak niye Türkiye’nin parçası kalmadıya bağlarsak hikayeyi anlamamız mümkün olmaz. Reformların faydası hala bu büyüklükte 80 milyonluk nispeten güçlü bir ülkemizin olmasıdır. Yoksa Sırbistan veya Romanya hiç bir zaman bizim olmamıştı ve ulus devletler çağında elde tutulması mümkün değildi oraların.

Bu açıdan bakarsak cumhuriyeti ve bu dönemdeki modernleşmeyi de hikayenin devamı olarak görmemiz lazım. Tabi ki radikal sekülerleşme vs. gibi kurucu kadronun tercihlerinden kaynaklanan özellikleri olsa da büyük resimde aslında artık kaybedilmesinden çekinilen Arap veya Balkan topraklarının kalmadığı bir noktada Türklerin kendi ulus devletlerini kurmalarından, bunu yaparken 1.DS sonrası ortamında diğer imparatorluklarda da yaşanan bir gelişme olarak cumhuriyetin bir yönetim tarzı olarak seçilmesinden, zaten Osmanlı’da da uzun süredir yaşanmakta olan ve modernleşmenin getirdiği fiili bir durum olan sekülerleşmenin kurumsallaşmasından ve bunların sağladığı imkanlarla daha önce atılmakta zorlanılan bazı modernleşme adımlarının atılmasından ibaret bir gelişmedir cumhuriyet bana göre. Ne seküler kesimin iddia ettiği kadar hikayenin geriye kalan kısmından bağımsızdır veya biriciktir, ne de dindarların düşündüğü kadar tüm kötülüklerin nedenidir. O ana kadarki hikayenin doğal bir devamıdır.

Hikayeyi burada bitirelim ve bir sonraki yazıda İslamcıların hikayeye bakışlarına dair eleştirilerimle bu yazı dizisini bitirmek istiyorum.

-Ahmet Şeker
author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

1 Yorumlar

  1. Cok guzel bir yazi dizisi olmus. Tebrik ederim. Oldukca ufuk acici olacaktir bir cok kisi icin de.
    Yazilar uzun oldugu icin her birini alt basliklarla duzenlenmesi faydali olabilir. Bu ve diger metinleri takip ederken zorlandim.

    YanıtlaSil