"Yemin olsun şems’e (güneşe)
ve onun kuşluk vakti aydınlığına!
Onu izlediği zaman Ay’a,
ve onu açığa çıkardığı zaman gündüze,
ve onu örttüğü zaman geceye!"
(Şems, 1-4)
Kaynağına rastlayamadığım bir rivayete göre, zindandayken vakitleri bilemediği için ibadetlerini vaktinde eda edememekten endişe eden Yusuf (a.s.), bu durumu Rabbine arz etti.
Sonrasında Cebrail (a.s.) göründü ve ona şöyle dedi:
"Allah sana bir ilim verecek. Bu ilimle zamanın akışını anlayacak, vakitleri tayin edeceksin. Karanlık seni aldatmasın."
Yusuf (a.s.), bu ilhamla gölgeyi, ışığın yönünü, suyun akışını ve kumun düşüşünü gözlemlemeye başladı. Güneşin sızdığı küçük pencereden giren ışığın duvarda bıraktığı izleri not etti ve zamanla bir düzen kurdu; vakitleri ölçmeye başladı. Bu, bilinen ilk saat fikriydi: belki bir su saati, belki bir kum saati...
Belki de bu yüzden Yusuf (a.s.), saatçilerin pîri olarak anılmaya başladı; çünkü o, zamanın değerini bilen ilk insanlardandı.
Cebrail (a.s.), “Vakitleri tayin edeceksin,” demişti.
Ama anlaşılıyor ki vakitlerin yeri ezelde belirlenmişti; saat ilmi ise Yusuf’a (a.s.), gökteki saatten ilham olmuştu.
Güneş, Ay ve yıldızlar — her biri ince bir hesapla dönüyor; geceleri ve gündüzleri birbirine devrediyordu. Bu dev cisimler, sanki insanların bir günü olsun diye gökyüzüne asılmıştı.
Güneş her sabah tam vaktinde doğuyor, Ay gecenin kandili gibi parlıyor, yıldızlar ise birer saat taşı gibi vakti işaret ediyordu.
Ne eksik dönüyorlardı, ne fazla.
Ne bir saniye geç kalıyor, ne de bir an erken davranıyorlardı.
O kadar büyük, o kadar ağır, o kadar güçlüydüler ki...
Bir an dursalar, dünya karışırdı.
Ama hepsi bir emirle sessizce dönüyor; her biri bir saatin çarkı gibi görevini sürdürüyor, zamanla birlikte kader de yazılıyordu.
Zamanın Kalbindeki Sır
Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın, sonra saati çarklarla hazırlayıp düzenlesin, daha mı kolaydır?
Yoksa harika bir makineyi o çarklar içinde yapsın, sonra saatin yapılmasını o makinenin cansız ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır?
Acaba imkân haricinde değil midir?
— Bediüzzaman Said Nursî
Hz. Yusuf’un (a.s.) zindanda zamanı keşfetmesiyle başlayan bu sessiz ilim, aslında daha büyük bir hakikate işaret ediyordu: Zaman, sadece akıp giden bir nehir değil; her anı ayrı bir anlam taşıyan ilahi bir emanetti.
Tıpkı ince bir saat ustası gibi, her bir vakti ayrı ayrı bilen bir ruh gerekirdi bu sırra ermek için. Çünkü her gün, her vakit; ilahi bir tasarrufun aynası, bir ikramın yansımasıydı.
Nasıl ki elimizdeki saat görünürde sabit durur ama içindeki çarkların sürekli hareketiyle daimî bir sarsıntı halindedir; saniye, dakika, saat ve günlerini sayan miller birbirine bakarlar, birbirinin benzeridirler ve birbirinin hükmünü alırlar.
Öyle de, Yaradan’ın görünürdeki sabitliğiyle beraber, sürekli değişim ve dönüşüm içinde yuvarlanan bu dünyada:
Gece ve gündüzler saniyeleri sayarken, seneler dakikaları, hayat devreleri saatleri, asırlar günleri sayar. Birbirine bakarlar, birbirinin misali ve hükmünde ve birbirini hatırlatırlar.
Geçmişten bugüne kadar olan her gün, her yıl, her asır; birer satırdır, birer sayfadır, birer kitaptır ki kaderin ölçüsüyle yazılmıştır.
Zamanın Renkleri
Bu devr-i âlemde mesela:
Sabah vakti, baharın evvelini, bir çocuğun anne rahmine düştüğü zamanı ve yaratılışın başlangıcını hatırlatır.
Öğle vakti, gençliğin tamama erdiği yaz ortasını ve dünyada insanın yaratıldığı devreyi işaret eder.
İkindi, hem güz mevsimine hem yaşlılık vaktine hem de ahirzaman Peygamberi’nin geldiği döneme benzer.
Akşam, güz mevsiminin ardından pek çok mahlûkatın yeryüzünden kayboluşunu, insanın ölümünü ve dünyanın silkinip ayağa kalkışını (kıyametin başlangıcını) hatırlatır.
Yatsı, karanlığın gündüzü örtmesini, kışın beyazlığıyla gelen yeryüzünün ölüşünü, insanın geride bıraktığı her şeyin unutuluşunu ve dünyanın tümden kapanışını simgeler.
Ve böyle bir karanlık (gece), kabri, berzahı ve insanın en derin yalnızlığını hatırlatır. Fakat gecede teheccüd, bir kimsesizlik değil; Yaratan’la baş başa kalmaktır.
Herkesin uyuduğu bir vakitte, belki bir annenin dizine başını koymak, bir babanın şefkat eline yapışmak ve hayalen içine girdiği son durakta, meleklerin dostça bakan gözlerini beklemektir.
Belki de zamanın en saf, en çıplak hâlidir o vakit. Çünkü gece kıyamı hem daha tesirlidir, hem de sözlerin kalbe daha sağlam ulaştığı bir andır.
İnsanlar, tekrar eden şeyleri — bazen de çokluğu — küçümser; niteliksizliğe ve sıradanlığa işaret sayarlar.
Örneğin, kendisine hediye edilen bir çiçek değerli, bir bahçe ya da dere kenarı ise değersizmiş gibi.
Oysa asıl niteliksiz görülmesi gereken, tekrar eden bu bakıştır.
Evet, ne güneşin ışığının her yeri kuşatması bir değersizliktir, ne de içine girdiği bir su damlası.
Bu sebeple, güzel şeylerin tekrarı, her defasında aynı güzelliktedir.
Güzelliğini kaybeden, varlık değil; o varlığa aynı tekrarla bakamayan gözlerdir.
Güneş her sabah doğar, deniz aynı yerde dalgalanır, gökyüzü sakince ama bilgece durur...
Tekrar, özün tekrarıdır.
Vasat ise tekrarın değil, tekrar edenin içine düştüğü donukluktur.
Her gün "aynı" sandığı bir güne uyanan, ama her sabahın içinde yeni bir anlam bulamayan kişi, tekrarın değil; kendinin mahkûmudur.
Zaman kıymetlidir; çünkü her gün, aynı görünen perdeyi yeniden açar.
Aynı notalar çalar belki; ama o müzik, bir daha asla aynı sahnede, aynı anda, aynı kalpte çalınmaz.
Her mevsim tekrar eder; çünkü sanatkâr öyledir — her şehirde belki aynı parçayı çalar, ama yeniden çalar.
Ne aynısıdır çalan, ne gayrısı.
Her dinleyişinde aynı derinliği duyamayan bir kulak, ezgiyi değil; duyuşunu yitirmiştir.
Oysa sanat, aşk, hatta düşünce bile tekrarlarla büyür —
ama her seferinde kendini tekrar etmeyen tekrarlarla,
biraz daha derin, biraz daha içeriden.
Ve ikinci sabah...
Nasıl gece sabaha, kış bahara dönüyorsa; ölümler de dirilişe kavuşacak, her gece bir nevi ölen insan, ertesi sabah tekrar hayat bulacaktır.
Ey nefsim!
Bil ki, dünkü gün elinden çıktı. Yarın ise senin elinde bir senet yok ki ona sahipsin.
Öyleyse, hakikî ömrünü bulunduğun gün bil!
Ve bil ki, her yeni gün sana, hem herkese yepyeni bir âlemin kapısıdır. Çünkü herkesin, her günde, bu âlemden kendine mahsus bir âlemi vardır.
Ve o âlemin şekli, senin kalbine ve ameline tâbidir.
Sen, kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini belirlersin.
O güne, ya lehinde ya da aleyhinde şahitlik ettirirsin.
İkindi vaktine (Asra; çağa) and olsun ki, gerçekten insan hüsrandadır. (Asr, 1-2)
-Katre
Not: ‘Bu metin Claude AI desteğiyle hazırlanmış olup, içeriğindeki klasik metinler günümüz diline uyarlanmıştır.
0 Yorumlar