Header Ads Widget

test banner

Gece Yarısı bir Yazı


Öncelikle, neden yazıyorum? Çünkü yazmak rahatlatıyor. Çünkü yazmak düşüncelerimi toplamamı sağlıyor. Çünkü yazarken kendimle konuşmuş oluyorum, ve bu yalnızlığıma iyi geliyor. Şimdi mesela, konuşacak kimsem yok ve yazmak istiyorum.

Üstü kapalı anlatmak istiyorum halimi, ve daha açık bir şekilde paylaşmak istiyorum kafamdaki düşünceleri. Mesela bir soru şu. İnsan bir dini veya ideolojiyi takip etmeden hakikate ulaşabilir mi? Ama öncelikle, nedir hakikat? Bir de, neden önemli hakikate ulaşmak? Bence hakikat, anlamak demek. Ben neyim? Yaşam ne? Bunların altındaki mana ne? Bunları tam olarak bilmek demek. Ve yine bence, hakikate ulaşmak mümkün değil, o asimptota sadece yaklaşılabilir. Hakikat yolunda olmanın önemi ise hedeften öte seferden kaynaklanıyor. Bu sefer, paradoksal bir şekilde, ulaşılamayacak ve bilinmeyen bir mananın peşinde giderken güzel bir mana kazandırıyor hayata.

Dinler ve ideolojiler genelde hap şeklinde cevaplar veriyorlar bize. Biz bulduk diyorlar; sen de kabul et, bulmuş olacaksın! Neo’nun kırmızı hapı gibi… Dön işine, halloldu o mesele… Kırmızı hapla mutlu ve tatmin olanlara diyeceğim yok. Ama ben, daha fazlasını istiyorum. Daha fazlası olduğunu seziyorum, hissediyorum. Bu demek değil ki dinler ve ideolojiler yanlış veya yararsız. Bence onlarda faydalanılacak çok şeyler var. Ama hakikatin sahibi hiçbirisi değil.

Hem bir din veya ideolojiyi takip etmeyince hepsinden birden faydalanma olanağınız oluyor. Her çiçekten bal (nektar) alıyorsunuz ve balınızı kendiniz yapıyorsunuz. Bu yorucu bir şey elbette ki, kendi değerlerinizi kendiniz belirlemeniz lazım. Gerçi bu değerleri ne kadar kendiniz belirliyorum zannetseniz de aslında, “zamanın ruhu”nun, kültürün, etrafınızın, nefsinizin, ön yargılarınızın, farketmediğiniz tabularınızın vs, çok büyük miktarda tesirinde kalıyorsunuz. Yine de hazır hapları yutmak gibi kolay değil bu. Karanlık bir yerde yönünü bulmak gibi, ufak ışıklar beliriyor, ilerliyorsunuz, ama sonra onlar kayboluyor, başkaları beliriyor ve bu sefer o yöne gidiyorsunuz.

Ben yine de bu yorucu yolculuğu eğlenceli buluyorum. Yolculukta bulunduğum sürece (yani, ölene kadar) kendime hiçbir isim takmak istemiyorum. İstemiyorum çünkü; bir, yarın değişebileceğimi biliyorum; ve iki, isim taktığım zaman kendimi sınırlandırmış oluyorum, veya Alan Watts’ın tabiriyle “gökyüzünü sarıp etiketlemiş” oluyorum. Bu belirsizlik elbetteki zor bir şey, çoğu soruya basit bir cevabınız olamıyor; “evet veya hayır” sorularına “hem evet, hem hayır” veya “ne evet, ne hayır” diyorsunuz, ve çok sayıda paradoksla yaşamanız gerekiyor. Ama paradokslar zaten bu hayatın en ilginç şeyleri…

Zorluk, yorgunluk, çözümsüz paradokslar, yalnızlık, yabancılaşma, bitmeyen arayış, beynin ve iradenin yetersizliği… Ama her şeye rağmen hayat güzel. Çünkü var olmak güzel. Yok olabilirdik, ama varız. Ve bunun sebebini bilmiyoruz. Bunun sebebini düşünürken kafamız karışıyor, cevap bulamasak da, hala var olmaya devam ediyoruz. Düşünüyorum, öyleyse varım demiş Descartes; ben de ekliyorum, iyi ki varım.

-İsa Hafalır


author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

34 Yorumlar

  1. İnsan çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalâta müstaiddir. Lâkin iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları mütefavit olduğu halde binler perdeler, berzahlar içinde hakikati taharri eder. Onun için hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazılar berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor. Bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmanın cilvelerinin renkleri, mazhara göre tenevvü ediyor, ayrı ayrı oluyor. Bazı mazhar olan zat, bir ismin tam cilvesine medar olamıyor. Hem külliyet ve cüz’iyet ve zılliyet ve asliyet itibarıyla cilve-i esma, başka başka suret alıyor. Bazı istidat, cüz’iyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bazen bir isim galip oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor. O istidatta onun hükmü hükümran oluyor. İşte şu derin sırra ve şu geniş hikmete esrarlı, geniş ve hakikat ile bir derece karışık bir temsil ile bazı işaretler ederiz.

    YanıtlaSil
  2. Mesela, zühre namıyla nakışlı bir çiçek ve kamere âşık hayatlı bir katre ve güneşe bakan safvetli bir reşhayı farz ediyoruz ki her birisinin bir şuuru, bir kemali var. Ve o kemale bir iştiyakı bulunuyor. Şu üç şeyde çok hakikatlere işaret etmekle beraber, nefis ve akıl ve kalbin sülûklarına işaret eder. Ve üç tabaka ehl-i hakikate misaldir.

    Birincisi: Ehl-i fikir, ehl-i velayet, ehl-i nübüvvetin işaratıdır.

    İkincisi: Cismanî cihazat ile kemaline sa’y edip hakikate gidenleri…

    Ve nefsin tezkiyesiyle ve aklın istimaliyle mücahede etmekle hakikate gidenleri…

    Ve kalbin tasfiyesiyle ve iman ve teslimiyetle hakikate gidenlerin misalleridir.

    Üçüncüsü: Enaniyeti bırakmayan ve âsâra dalan ve yalnız istidlaliyle hakikate giden…

    Ve ilim ve hikmetle ve akıl ve marifetle hakikati aramaya giden…

    Ve iman ve Kur’an ile fakr ve ubudiyetle hakikate çabuk giden ayrı ayrı istidatta bulunan üç taifenin hikmet-i ihtilaflarına işaret eden temsillerdir.

    İşte şu üç tabakanın terakkiyatındaki sırrı ve geniş hikmeti; zühre, katre, reşha unvanları altında bir temsil ile bir derece göstereceğiz.

    YanıtlaSil
  3. Mesela, güneşin kendi Hâlık’ının izniyle ve emriyle üç çeşit tecellisi ve in’ikası ve ifazası var: Birisi çiçeklere, birisi kamere ve seyyarelere, birisi şişe ve su gibi parlaklara verdiği ayrı ayrı in’ikaslarıdır.

    Birincisi üç tarzdadır:

    Biri: Küllî ve umumî bir tecelli ve in’ikasıdır ki bütün çiçeklere birden ifazasıdır.

    Biri de: Has bir tecellidir ki her bir nev’e göre bir hususi in’ikası vardır.

    Biri de: Cüz’î bir tecellidir ki her bir çiçeğin şahsiyetine göre bir ifazasıdır. Şu temsilimiz, o kavle göredir ki çiçeklerin süslü renkleri, güneşin ziyasındaki yedi rengin istihale-i in’ikasiyesinden neş’et ediyor. Ve bu kavle göre çiçekler dahi güneşin bir çeşit âyineleridir.

    İkincisi: Güneşin kamere ve seyyarelere, Fâtır-ı Hakîm’in izniyle verdiği nur ve feyizdir. Şu küllî ve geniş feyiz ve nurdan sonra kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru; güneşten küllî bir surette istifade eder, sonra hususi bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifazasıdır.

    Üçüncüsü: Güneşin emr-i İlahî ile cevv-i havayı ve denizlerin yüzlerini birer âyine ederek safi ve küllî ve gölgesiz bir in’ikası var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve suyun katrelerine ve havanın reşhalarına ve karın şişeciklerine, her birine birer cüz’î aksi, birer küçük timsalini veriyor.

    YanıtlaSil
  4. İşte güneşin her bir çiçeğe ve kamere mukabil her bir katreye, her bir reşhaya mezkûr üç cihette ikişer tarîk ile teveccüh ve ifazası var:

    Birinci tarîk: Bi’l-asale doğrudan doğruya berzahsız, hicabsızdır. Şu yol, nübüvvetin tarîkını temsil eder.

    İkinci yol: Berzahlar tavassut eder. Âyine ve mazharların kabiliyetleri, şemsin cilvelerine birer renk takıyor. Şu yol ise velayet mesleğini temsil eder.

    İşte zühre, katre, reşha her birisi evvelki yolda diyebilirler ki: “Ben umum âlem güneşinin bir âyinesiyim.” Fakat ikinci yolda öyle diyemez. Belki “Ben kendi güneşimin âyinesiyim veyahut nevime tecelli eden güneşin âyinesiyim.” der. Çünkü güneşi öyle tanıyor. Bütün âleme bakar bir güneşi göremiyor. Halbuki o şahsın veyahut nevinin veya cinsinin güneşi, dar berzah içinde mahdud bir kayıt altında ona görünüyor. Halbuki kayıtsız, berzahsız, mutlak güneşin âsârını o mukayyed güneşe veremiyor. Çünkü bütün yeryüzünü ısıtmak, tenvir etmek, umum nebatat, hayvanatın hayatlarını tahrik etmek ve seyyaratı etrafında döndürmek gibi haşmet-nüma eserleri; o dar kayıt ve mahdud berzah içinde gördüğü güneşe, şuhud-u kalbî ile veremiyor. Belki o âsâr-ı acibeyi, eğer o şuurlu farz ettiğimiz üç şey, o kayıt altında gördüğü güneşe verse de sırf aklî ve imanî bir tarzda ve o mukayyed, ayn-ı mutlak olduğunu bir teslimiyet ile verebilir. Fakat o, insan gibi akıllı farz ettiğimiz zühre, katre, reşha şu hükümleri, yani pek büyük âsârı güneşlerine isnad etmeleri aklîdir, şuhudî değil. Belki bazen hükm-ü imanîleri, şuhud-u kevniyelerine müsademe eder. Pek güçlükle inanabilirler.

    İşte, hakikate dar gelen ve bazı köşelerinde hakikatin azaları görünen ve hakikatle karışık şu temsil içine üçümüz de girmeliyiz. Üçümüz de kendimizi zühre, katre, reşha farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor. Biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar, biz de manevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız.

    YanıtlaSil
  5. İşte, sen ey dünyayı unutmayan ve maddiyata tevaggul eden ve nefsi kesafet peyda eden arkadaş! Sen zühre ol. Nasıl ki o zühre çiçeği, ziya-yı şemsten inhilal etmiş bir renk alıyor. Ve o bir renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine ziynetli bir suret giydiriyor. Zira senin istidadın dahi ona benzer.

    Hem şu esbaba dalmış Eski Said gibi mektepli feylesof ise kamere âşık olan katre olsun ki kamer, güneşten aldığı ziya zıllini ona verir ve onun göz bebeğine bir nur verir. O da o nur ile parlar. Fakat o katre o nur ile yalnız kameri görür. Güneşi göremez, belki imanıyla görebilir.

    Hem şu her şeyi doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’tan bilir, esbabı bir perde telakki eder fakir adam, o da reşha olsun. Öyle bir reşha ki kendi zatında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki ona dayanıp zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki doğrudan doğruya güneşin timsalini göz bebeğinde saklıyor. Şimdi madem biz bu üç şey yerine geçtik. Kendimize bakmalıyız. Bizde ne var? Ne yapacağız?

    YanıtlaSil
  6. İşte bakıyoruz ki bir Zat-ı Kerîm, ihsanıyla bizi gayet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana kurbiyet ister ve görmek talep eder. Öyle ise her birimiz istidadımıza göre o muhabbet cazibesiyle sülûk edeceğiz.

    Ey zühre-misal! Sen gidiyorsun fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede tâ bir mertebe-i külliyeye geldin. Güya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki zühre, kesif bir âyinedir. Onda ziyadaki yedi renk inhilal ve inkisar eder. Şemsin aksini gizler. Sen, sevdiğin güneşin yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle neş’et eden firaktan kurtulamazsın.

    Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin mehasini ile telezzüz ve iftihar eden nazarını çekesin, gökyüzündeki güneşin yüzüne atasın. Hem baş aşağı celb-i rızık için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki şemse çeviresin. Çünkü sen, onun âyinesisin. Vazifen, âyinedarlıktır. Bilsen, bilmesen hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Evet, nasıl bir çiçek, güneşin küçücük bir âyinesidir. Şu koca güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelî’nin “Nur” isminden tecelli eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir. Ey kalb-i insanî! Sen, nasıl bir güneşin âyinesi olduğunu bundan bil.

    Bu şartı yaptıktan sonra kemalini bulursun. Fakat güneşi, nefsü’l-emirde nasıl ise öyle göremezsin. O hakikati, çıplak anlamazsın. Belki senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir ve kesafetli dürbünün bir suret takar. Ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.

    YanıtlaSil
  7. Şimdi sen dahi ey katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle tâ kamere kadar terakki ettin, kamere girdin. Bak, kamer kendi zatında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faydasız gitti.

    Sen yeisin zulümatından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervah-ı habîsenin iz’acatından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlar ile kurtulabilirsin ki tabiat gecesini terk edip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki şu gece nurları, gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir.

    Bu şartı yaptıktan sonra, sen kemalini bulursun. Fakir ve karanlıklı kamer yerine, haşmetli güneşi bulursun. Fakat sen dahi öteki arkadaşın gibi güneşi safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen, ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicabların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.

    YanıtlaSil
  8. İşte reşha-misal üçüncü arkadaşınız ki hem fakirdir hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife; nâr-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuâya yapışır, yanaşır.

    Ey reşha-misal! Madem doğrudan doğruya güneşe âyinedarlık ediyorsun, sen hangi mertebede bulunsan bulun, ayn-ı şemse karşı aynelyakîn bir tarzda, safi bakılacak bir delik, bir pencere bulursun. Hem o şemsin âsâr-ı acibesini ona vermekte müşkülat çekmeyeceksin. Ona lâyık haşmetli evsafını tereddütsüz verebilirsin. Saltanat-ı zatiyesinin dehşetli âsârını ona vermekte, hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı, ne âyinelerin küçüklüğü seni şaşırtmaz; hilaf-ı hakikate sevk etmez. Çünkü sen safi, hâlis, doğrudan doğruya ona baktığın için anlamışsın ki mazharlarda görünen ve âyinelerde müşahede olunan güneş değil belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akisleridir. Çendan o akisler onun unvanlarıdır fakat bütün âsâr-ı haşmetini gösteremiyorlar.

    YanıtlaSil
  9. Cenâb-ı Hakkın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin aynalarında cilvelerini görmek ve berâhin ve deliller mesâmâtıyla temâşâ etmek iktiza ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme.Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın şahitleri, bürhanları üç çeşittir:

    YanıtlaSil
  10. Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.
    İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eliyle baksan, tenkitle el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona razı olmaz.
    Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.

    YanıtlaSil
  11. bunlar spam yorumlar. lütfen bir akıl sahibi silsin.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hakaret etmediği sürece insanların ifade özgürlüğünü ellerinden alamazsınız. Yorum sildirmek içimizdeki zorbalığı dışarı yansıtmanın en kolay yollarından biri olabilir. Ben üstteki yorumları görünce bir doktora tezini hatırladım. 2019 yılında yapılmış ve ismi de "Said Nursiye Göre Seyr ü Süluk. Tezin içeriğine ve konunun yorumlanma biçimine eleştirel bir gözle baktım. Bakış açısından da faydalandım çalışmanın. Özetle insanların seslerini kısmak yerine sizde çağrıştırdıklarını sizin için yararlı bir ipucuna çevirebilirsiniz. Farklılıklara tahammülün ardından gelen zenginlik yaşama hizmet eder aksi ise insanları öldürür. Bu siteye de toplumsal ölüme mahkum olmuş insanlar girdiğine göre değişime önce kendimizden başlamak en akıllıcası olabilir. Hatta bu mesajla gelen bir çağrışım daha oldu. Onu da paylaşayım kanalın da belki birilerine faydası olur.
      TRANSFORMATIVE EXPERIENCE - Laurie Paul,
      GÜNCEL KELAM: DİN-FELSEFE-BİLİM ÜZERİNE KONUŞMALAR
      https://www.youtube.com/watch?v=CNrw_QABkFc


      Sil
    2. bunlar yanlış tespitler. yorum denilen kavram insan ürünü güncel ve spontanedir. oysa mevzubahis metinler içeriği kirletir tarzda ve yararlandığımız mfp platformunu kirletmektedir. spam kavramı üzerine de düşünerek değerlendirirseniz haklı olduğumu göreceksiniz.

      Sil
    3. Tamam en doğru en haklı en temiz sizsiniz. Diğerleri yanlış haksız kirli. Yok edilmeleri ortadan kaldırılmaları gerekiyor. Herkesin ölse keşke de dünya size kalsa diye diliyorum sizi mutlu edebilmek için. Selametle...

      Sil
    4. aslında haklısınız. mesele cahilllerin değişim azmi gösterip hatalarından dönerek öğrenmesi ise cahillere nezaket göstermek yerine tam bir aşağılama ile şoka sokmak gerek. başka yöntemler de geçerli olabilir ama yanlış içersinde olan bir özel veya tüzel kişinin değişiminin başlangıcı şok ile mümkün. bu konuya dair bilimsel araştırmanın temeli kubler-ross anahtar kelimesi ile araştırdığınında ulaşacağınız kaynaklardır. dolayısı ile evet haklıyım temizim. şu verdiğiniz yanıt bile bir yorum. içeriğe katkısı var ama referansını verip geçebileceğiniz zırvaları üşenmemiş buraya yazmışsınız. bu gerçekten aymazlıktan başka bir şey değil. cahil özgüvenine dair dunning-kruger araştırmasını yapmanızı da bilhassa tavsiye ederim. esenlikler

      Sil
    5. Birinci şuada ey nefs-i nadan demişti. Ey cahil nefis. İkinci şuada ey nefs-i bihuş demişti. Üçüncü şuada ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvas demişti. Dördüncü şuada ey tenbel nefsim demişti. Demek ki; Cenab-ı Hakkın kudsi mahiyetini bilmek noktasında nefsimizde cahillik var. Birinci şuada o anlatıldı. Daha sonra bu hakikatın kainattaki delili nedir? Kainattan bunun delilleri getirilmiş oluyor bu ikinci şuada. Üçüncü şuada: Cenab_ı Hakkın bize yakınlığını bilmek noktasında nefsimizin vesveseleri olduğu gibi mahiyetimiz itibariyle Cenab-ı Hakkın mahiyetinden nihayetsiz uzaklığımızın varlığını anlamak noktasında da nefsimizin vesveseleri var. Bu vesveseleri giderecek hakikat beyan edilmiş oldu. O zaman Cenab-ı Hakkın huzuruna girmek, O’na muhatab olmak, O’na yaklaşmak noktasında sadece nefsimizin tenbelliği kalmış oluyor. Onun için bir insan Cenab-ı Hakka yakınlaşmaya çalışmaz. Terakki etmeye gayret göstermez. Bundan önce üç tane şuayı, hakikatı anlayan bir kişi, ancak tenbellikten dolayı Cenab-ı Hakka yaklaşmak noktasında geri durur. O zaman onun tenbelliğini giderecek bir hakikat gerekir. Dördüncü şuada beyan edilecek. Onun için hitab doğrudan doğruya nefsimizin tenbelliğine oldu.

      Sil
    6. 4. ŞUA: “İşte ey tenbel nefsim! Bir nevi Mi'rac hükmünde olan namazın hakikatı; sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak huzur-u şâhaneye kabulü gibi; mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i Zülcelal'in huzuruna kabulündür.”
      Namaz mü’minin mi’racı. Mi’racda Peygamber (asm) Cenab-ı Hakkın huzuruna girip perdesiz görüştüğü, mükalemede, sohbette bulunduğu gibi namazda da her mü’min Cenab-ı Hakkın lütfuyla, rahmetiyle Cenab-ı Hakla bir nevi mükalemede, bir nevi sohbette bulunuyor. Onun için hadiste namaz mü’minin mi’racı denilmiş.
      Aslında dördüncü şuadaki makam; Cenab-ı Hakkın herşeye herşeyden daha yakın, herşeye herşeyin zatından daha yakın bir Zatın tasarrufatı var. Bizim de mahiyet itibariyle Cenab-ı Hakkın zatından nihayetsiz derece uzaklığımız var. Cenab- Hakka yaklaşmak noktasındaki usül ne olması lazım, (3. Şuada buna kısaca temas edildi). O zaman Cenab- Hakka yaklaşmak noktasında en kısa yol, buradaki ifade ile bakarsak: Cezb ve lütuf yolu Peygamber asm’ın Cenab- Hakka yaklaşmak noktasında açtığı yol nedir dersek; 4. Şuada onu izah edecek:

      Sil
    7. İşte namaz onlardan bir tanesidir. Hatta cezb ve lütuf yolunun en teferruat meseleleri (Cemaatla namaz kılmak gibi) dahi Cenab-ı Hakka yaklaşmak noktasında fevkalade yeri var. O zaman teferruat meseleler bile şeriatın ve sünnetin en teferruat meseleleri bile Cenab-ı Hakka yaklaştırmak için konulmuş düsturlar usüllerdir. Sünnetler bile böyleyse, adab nevinden olan şeyler bile böyleyse, farzlar ve muzaaf farz-ı aynlar nasıldır buna mukayese ettirecek. 4. Şuanın yeri nedir dersek: 3. Şuada geçen Cenab-ı Hakka yaklaşmak noktasında Cezb ve lütuf yolu olmazsa binler seneler çalışmak lazım. Buradaki ifade ile binler sene seyr-ü süluk etmek lazım Cenab-ı Hakka yaklaşmak için. Binler sene süluk etmenin, çalışmanın yerini tutacak bir yol, bir usulü Peygamber (asm) açmış. O yolun en teferruat meseleleri bile Cenab-ı Hakka yaklaştırmak için fevkalade ehemmiyeti var. Teferruat meseleler gösterilecek, sonra onu esasat ile kıyas ettirecek. O esasattan bir tanesi namaz işte. Ondan sonra hac. Ondan sonra onların teferruat meseleleri. İşte haccın şeair kısmı veyahut namazın cemaatla kılınması meselesi gibi, Cenab-ı Hakka yaklaşmak için ehemmiyetli bir vazife görüyor. Nasıl vazife görüyor? Onların üzerinde duracağız. Burada hem esasata işaret var, daha da esasat olan mesela bunlar. Ahkam noktası; namaz kılmak, hacca gitmek, oruç tutmak(burada söylenmemiş ama) orda da bütün insanların Cenab-ı Hakk’ın emrini bekliyor gibi bir vaziyette olması, bunlar da umumi, külli icraat. Onlarla birlikte emir bekliyorum, onlarla bereber emre itaat ediyorum. Fevkalade rububiyet dairesini geniş gösteren bir hakikat. Ama daha da esasat; demek ki muzaaf farz olarak bakarsak Peygamber (asm)’ın ders verdiği marifetullah. İşte Ayet-ül Kübra gibi mevzular. Bütün kainatla beraber Cenab-ı Hakka yaklaşmak, O’nu her isim ve sıfatını farklı bir surette görmek.

      Sil
    8. Namazdaki huzura kabulün mahz-ı lütuf mu?: Genelde, ya ben namaz kılmıyorum diyoruz ama, aslında Cenab-ı Hakk canibinden bakarsak, Cenab-ı Hakk huzuruna almamış oluyor. Sen kendi canibinden bakıyorsun; ben namaz kılmadım diyorsun. Diğer taraftan da Cenab-ı Hakk seni kendi huzuruna layık görmüyor, huzuruna almamış oluyor. Cenab-ı Hakk’ın huzuruna kabul etmesi, umumi kanun olarak davet etmesi; bizim de cüz-i ihtiyarımızı sarfından sonra kabul etmesi Allah’ın lütfudur. Namazı İşarat-ül İ’cazda nasıl tarif etmişti: Her yirmidört saat zarfında, tayin edilen vakitlerde, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna yapılan davate icabettir. Cenab-ı Hakk bizleri huzuruna davet ediyor. Yirmidört saat içerisinde tayin ettiği vakitler var ve bu vakitlerde huzuruma geleceksin diyor. Biz de namaz kılmakla o davete icabet etmiş oluyoruz.
      “İşte ey tenbel nefsim! Bir nevi Mi'rac hükmünde olan namazın hakikatı; sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak huzur-u şâhaneye kabulü gibi; mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i Zülcelal'in huzuruna kabulündür.” Allah demek ki, mahz-ı rahmetiyle; (hem burada Celal nazara verilmiş, hem Cemal nazara verilmiş her iki esmada da) nihayetsiz celali, nihayetsiz azameti, kibriyası olan bir Zat. Diğer taraftan da insana kıymet veren, ehemmiyet veren, nihayetsiz cemali olan bir Zat bizi huzuruna kabul etmiş oluyor. İnsan da iki cihet var. Hem celale karşı haşyet duyması, onun huzuruna girmesi, hem de cemale karşı iştiyak duyması, O’nun huzuruna koşması. Demek ki namazda iki şey birden var. Bazan celali tecellilere karşı mukabele, bazen de bazı hareketlerimiz ve fiillerimiz cemale karşı bir iştiyak olarak gözüküyor.

      Sil
    9. "Allahü Ekber" deyip, manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllînin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup, İyyake na’budu hitabına (herkesin kabiliyeti nisbetinde) bir mazhariyet-i azîmedir. Demek; Allahu Ekber deyip o azameti, o kibriyayı, büyüklüğü Allahu Ekberle ilan edip bütün kainatı yaratan, bütün kainati idare ve terbiye eden bir Zat’ın huzuruna girmiş oluyoruz. O zaman O zatın huzuruna çıkarken iki cihandan geçmek, mekanla kayıtlı olmayan, bütün her yere tasarruf eden bir Zatın huzuruna çıkmak için iki cihanı arkaya atmak, Allahu Ekberin hususan iftitah tekbirinde ellerin havaya kaldırılması adeta iki cihanı arkaya atmak manasındaymış. Ama biz mekanla kayıtlıyız. O zaman iki cihandan geçmemiz nasıl olacak?: Manen. Allah’ın huzuruna, mekanla kayıtlı olmayan bir zatın huzuruna çıktığını şuur ederek. Manen, hayalen veya niyyeten iki cihandan geçip. Cenab-ı Hakk her yerde tasarruf ediyor. O zaman mekan onu kayıtlamıyor. İnsanlar ne yapacak, maddiyatın getirdiği kayıtlarından tecerrüd edip o zaman bütün maddiyatın kayıtlarından tecerrüd edebiliyorsak, bu nedir? Külli bir ubudiyettir. Cenab-ı Hakkın her yerdeki tasarrufatını görerek, bütün alemde, kainatta tasarruf eden bir Zatın huzurundayım. Külli bir ubudiyet mertebesi. Veyahut da küllinin bir gölgesi, bir mertebe. Veyahut da, onu da yapamıyorsak en azından bir suretine çıkmak. Demek burada namazın üç mertebesine işaret etmiş oldu. Külli bir ubudiyet, veyahut da küllinin bir gölgesi, veyahut da küllinin gölgesine çıkamıyorsak en azından bir suret olarak namaz hareketlerini yapmak. Bir nevi huzura müşerref olup “iyyake na’budu” hitabına herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyyet- i azimedir.

      Sil
    10. O zaman Allah’ın azametini ilan etmek herkesin kabiliyeti nisbetinde. Yine namazda Cenab-ı Hakkın huzurunda elpençe divan durmak. O zaman Cenab-ı Hakkın haşmetini azametini ne kadar anlamışsak, böyle bir Zatın huzurunda duruyoruz. Herkesin yine kabiliyeti nisbetinde. Fatihada okuduğumuz kelimelerin manaları yine herkesin kabiliyeti nisbetinde. Rabbül Alemin derken insan, o alemlerin Rabbini ne kadar tanıyorsa. Onsekizbin alemin Rabbi, yirmisekizbin alemin Rabbi, milyonlar alemin Rabbi, ne kadar anladık ne kadar şuur ettiysek. O’na hamd manası; o alemlerin Rabbini, kemalatını ne kadar anladıysak. O ifade ettiğimiz cümleleri herkes aynı kelimeleri aynı şeyi söylüyor ama orada ifade ettiğimiz manalar, muhatab olduğumuz manalar bizim kabiliyetimiz nisbetinde oluyor. Bir nevi huzura müşerref olup, “İyyake na’budu” hitabına herkesin kabiliyeti nisbetinde bir mazhariyyet-i azimedir. Marifetimizi “İyyake” kelimesine kadar takdim etmiş oluyoruz. İyyake kelimesinden itibaren de o marifetimiz nisbetinde bir zatın huzurundayız. Demek ki o huzur manasını ifade etmiş oluyoruz. Demek ki bu hitabla; yalnız sana ibadet ederiz, nasıl bir zata ibadet ederiz?: Ondan önceki itikadımız dahilindeki cümleler, Cenab-ı Hakkı ne kadar alemlerin rabbi olarak tanımışsak, Rahman ve Rahim olarak ne kadar tanımışsak, din gününün sahibi olarak ne kadar tanımışsak, Doğrudan doğruya yalnız o Zat’a ibadet ettiğimizi ifade etmiş oluyoruz. “Âdeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla "Allahü Ekber" "Allahü Ekber" demekle kat'-ı meratibe ve terakkiyat-ı maneviyeye ve cüz'iyattan devair-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemalât-ı kibriyasının mücmel bir ünvanıdır.”

      Sil
    11. "Allahü Ekber" Allah demek ki; daha büyüktür. Ne kadar büyüktür?: Onda sınır yok. Nihayetsiz bir büyüklüğü ve azameti var. O zaman bir önceki Allhu Ekber’e nisbeten ifade ettiğimiz manasından daha büyüktür demekle mertebe katetmiş oluyor insan. Manevi terakkiyatını ifade etmiş oluyor. Cüz’i dairelerden daha külli dairelere çıkmasına işarettir. Ama bizim söylediğimiz, anladığımız kadar mı Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğü var. Marifetimiz haricindeki Cenab-ı Hakk’ın kemalat ve kibriyasını da mücmel olarak ifade etmiş oluyoruz. Demek ki; bir marifetimiz dahilinde Cenab-ı Hakk’ın kemalat dairesi var. Bir de marifetimiz haricinde Cenab-ı Hakk’ın kemalatının ifadesi, büyüklüğü var. Marifetimiz dahilindekini ilan ediyoruz. Marifetimiz haricindekini de sadece Allah’ın büyüklüğü bu kadar değil, benim marifetim kadar değil. Onun marifetimin haricindeki, Cenab-ı Hakk’ın kemalatını, kibriyasını mücmel olarak ilan etmiş oluyoruz. Hep aynı şeyleri söylüyoruz ama o kelimeler; havuza atılan taş misali sürekli genişleyen, büyüyen daireler gibi genişleyen, büyüyen manaların, marifetimizin ünvanı oluyor. Aynı kelime ama ifade ettiği mana farklı oluyor. Daha külli bir daire olmuş oluyor. Daireler büyüdükçe bu daire daha büyük, bir sonraki daha büyük, bir sonraki daha büyük, daha büyük, daha büyük derken tüm havuzu kaplayan daireyi ifade ediyoruz. "Allahü Ekber" kelimesi de hep aynı kelimeyi söylüyoruz ama bir öncekine göre daha büyük, daha sonra aynı kelimeyi söylediğimizde bir öncekine göre daha da büyük olmuş oluyor. O zaman ne oluyor; cüz’iyyattan daha külli dairelere geçmiş oluyoruz. Manevi terakki edilmiş oluyor. Kat-ı meratibe işaret ediyor.

      Sil
    12. Ama allah’ın büyüklüğü, o bizim ifade ettiğimiz kadar mı?: Değil. Bir de bizim bilmediğimiz kısımlar, marifetimizin haricinde olanlar var. Demek ki; daha büyüktür deyince o bizim bildiklerimizin haricinde de büyüklükleri var. Onu da mücmel olarak ifade etmiş oluyoruz. “Güya herbir "Allahü Ekber" bir basamak-ı mi'raciyeyi kat'ına işarettir.” Mi’racı neye benzetti?: Merdivene benzetti. O zaman herbir Allahu Ekber o mi’racın basamaklarını basmak, bir mertebe daha kat’etmeyi işaret ediyor. 26. Mektubta terakkiyatı neyle ifade ediyor?: Semavata başı temas etmiş pek yüksek bir minareyle ifade etmiş. Tedenniyatı da ta arzın merkezine kadar bir kuyu kazılmış farzediyoruz diyor. Onda da mertebeler var. Hadiste de ona işret var. Demek ki hadis tedenniyatı; kuyunun basamakları gibi, terakkiyatı da minarenin basamakları gibi ifade ediyor. Mi’racın kelime manası uruc etmek, yükselmek. Demek ki; minarenin basamaklarına basmayı ifade ediyormuş. Güya herbir "Allahü Ekber" bir basamak-ı mi'raciyeyi kat'ına işarettir. “İşte şu hakikat-ı salâttan manen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuaına mazhariyet dahi, büyük bir saadettir.” Namazın şu hakikatı: Ben Cenab-ı Hakk’ın huzuruna yürüyorum. Nihayetsiz azameti olan, nihayetsiz kibriyası olan (Celal noktasında), Cemal noktasında; esma, sıfat, şuunat cihetiyle nihayetsiz güzellikleri olan bir zatın huzuruna gidiyorum. O’nun kemalatının ve güzelliklerinin nihayeti yok. O kemalatı, o güzellikleri daha büyüktür diye ilan ediyorum. Bunu manen düşünmek, niyyeten tasavvur ederek, hayalen düşünmek bir huzur manası. Biz gölge deyince; basit bir mertebesi dahi büyük bir saadettir.

      Sil
    13. Dogru unutmusum cahili soka sokmak ve degisim azmi gostermeleri icin darbe de yapilir degil mi? Pardon ya siz her seyi biliyordunuz ve hakliydiniz!

      Sil
    14. Söz konusu (sizin tabirinizle) spam metinleri paylaşan benim, yukarıda diğer yorum yapan anonim arkadaşlar değiller. İçeriğe katkısı olmakla birlikte üşenmemiş buraya yazmissiniz elestirinize katılmakla birlikte referans vermekle yetinemedim, okunmasını arzu ettim elestiri olacağı aklıma geldiği halde. Kendinizden emin bir şekildeki spam yorumlar, içeriği kirletme, cahil özgüveni, şoklama vs gibi ifadelere ise yine sizin tabirinizle nezaket göstermek yerine cevap vermeye değmeyecek ifadeler ve yanlış tespitler olduğundan bu kadarı ile yetiniyorum. Zira polemikten baska birsey cikmyacaktir uzadiginda. Selametle..

      Sil
    15. polemiğe girmekte hiç bir sıkıntı yok. kendi insan fikrinizi canlı kanlı bir insan olarak ıslak beyninizde üretilen taze düşünceleri paylaşabilirsiniz. ama beyni kurumuş ölmüş kişilerin metinlerini moda mod paylaşmanın anlamsızllığını siz dahi kabul etmişsiniz. kendi düşüncelerinizde haklı olabilirsiniz. ben de benimkiler de haklı olabilirim.

      Sil
  12. insanlar bu dikdortgen yorum kutucugunun icine klavyeyi ve sozcukleri kullanarak kendileri icin anlamli gelen/kendilerinin iliskilendigi metinleri (bunlari kendileri uretsin ya da uretmesin fark etmez) yerlestirip baskalariyla paylasma hakkina sahiptir. Yorum okuyana anlamsiz gelirse okumayabilir ya da merak eiliyorsa neden paylasildigi/ne anlatmak istedigi sorulabilir. Kimsenin ifade ozgurlugu ve kendini dunyaya acma hakki elinden alinamaz. Bu amacla yorum sildirmeye calismak zorbalik gostergesidir. Baskasinin varligina tahammulsuzluk ve onu ortadan kaldirma istegi gostergesidir. Kaldi ki her paylasilan seyi kisinin kendisi yazmak zorunda degil. Burada meshur bir felsefecinin cumlesi ya sa sairin dizelerini paylassaydi da kendin yazmamissin sil mi diyecektik! Yasanilan travmalardan dolayi Bediuzzaman vs insanlara alerji gelistirmis olunabilir. Yorumu sildirmek isteyen kisinin bu trigger durumu, ayni travmayi yasayan baska biri icin olusmadiysa ve hala Bediuzzamanda kendine anlamli gelen ifadeler bulup paylasmak istiyorsa bu suc da degil yanlis da degil. Paylasan kisiye hakaret etme ve yikici elestiri yapma hakkini kimseye vermez. Rahatsiz olan kisinin kendi sorununu kendi icinde cozmesi ve bu surecte insanlarin haklarina saygi gostermeyi dikkate almasi en sagliklisi. Gunun sonunda farkliliga tahammulde herkes icin bereket ve sifa vardir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. gerçek dünyadaki insanların yorumları birilerini incitiyorsa gidip asrısaadet fantazyasında günlüklerine de yazabilirler. illa buraya cuma mesajı gibi spam entry girmek zorunda değiller.

      Sil
    2. Polemiğe girmekte neden sıkıntı olduğunu yorumlarınızla bilfiil gösteriyorsunuz. Yukarıda gayet mutedil bir şekilde başka bir arkadaş izah etmiş. Siz hala ukalaca cevap yetiştiriyorsunuz. Bu seviyede yazan birinden niye incinsin ki birileri. Mesele ifadelerinize katlanamamak degil bunlara izah getirmek zaman kaybı. Bay kendini aşmış, bay kendinden emin vari konuşmalar. Olay yukarıda arkadaşın ifade ettiginden ibaret insan kendi de yazabilir alinti da yapabilir. Paylaştığım metinlerin anlamsızlığını kabul ettigimi nereden çıkardınız tersine benim icin cok anlamli. Benim kusur olarak gördüğüm paylaşımların adedinin fazla olması çünkü mormalde yazi veya yorumların kısa ve öz olmasını tercih ederim. Ama bu içerikte bu mümkün olmadı. Her ne ise inş bu son mesajım bu başlıkta. Siz nasılsa beylik laflarla, laf çakmalarla yolunuza devam edeceksiniz. Benliği tatmin etmenin bir çeşit yolu olsa gerek..

      Sil
    3. isteyen istedigi yere istedigini yazar!

      Sil
    4. artık etrafımdaki yanlışlıklara neyse deyip geçmek istemiyorum. yanlış olduğunu zırva olduğunu belirten birileri olmalı bunların. bu zırvalılkları paylaşanın siz olması sizin adınıza bir talihsizlik. ben polemik olsun diye yorum girmiyorum. platformda saçmalayanlar artsın istemiyorum. faydalı makaleler yorumlar ve yanıtlar okuduğum oluyor. ama bu tip zırvalar içeriği kirletiyor.

      Sil
    5. Sana senin seviyene inmeden son cevabi yaziyorum. Burasi senin tapulu malin degil. Burada yazilanlara sansur yaptirma zorbaligini ve bu dayatmani kimse cekmek zorunda degil. Seninle ayni dusunmeyen insanlarin paylasimlariyla ilgili seviyesiz bir zorbalikla 'silin bunlari, kirli, sacma, zirva, sizi soka ugratacagim vs' gibi yakistirmlarina kimse susmak zorunda degil. Paylasimlarda katilmadigin yerlerle ilgili dunyaya gercekten yararli dusunceler sunmak istiyorsan insan gibi icerigi acan, genisleten, yeni bakislarla sorun olarak gordugun noktalara isaret eden, hangi noktalarda neden katilmadigini belirten cevaplarla icerige katki sunmak yerine holiganlik yapmani kimse cekmek zorunda degil. Haddini bil ve kendine gel! Dunya senin beyninden/algindan/isteklerinden/inanclarindan/goruslerinden ibaret degil ve iyi ki de oyle degil. Orada yasam gercekten tek boyuta indirgenmis durumda! Olumsuz duygularla dolu dunyanda baskasina yer acilmasini beklemek de saflik olur zaten ama yine de yazayim disaridan nasil groundugunu! Insanlarin yoluna tikamaya calisma ve kendi yolunu genislet ki baskalari da yararlanabilsin, simdi herkes kendi yoluna!

      Sil
    6. Herhangi bir konuda herhangi bir metnin yanlış olduğunu, temelsiz olduğunu düşünmek başka birşey; hisler karışmadan saçmalık, zırva, faydasız olduğunun tesciline hükmetmek, kirli görmek başka. Benzer çizgideki imam Rabbani, imam Gazali, Bediüzzaman gibi kişiler ve eserlerini bence objektif olarak zırva, saçma vs olarak görmek mümkün değil. Objektif veya değil bu sonuca varmış birine de birşey diyemem, nefret göstermediği ve bunun kararını kendi tekeline almadığı müddetçe saygı duyarim vs. Netice de böyle olduğuna okuyanları, muhatapları karar verecek.

      Sil
    7. yorumlar anlamsız ve saçma. zaten adsız anonim yorum yapılıyor neyin gururu yapılıyor anlamış değilim. birileri bazı şeyleri tapınacak kadar kutsal görürken aynı şeylerin saçmalıktan zırvalıktan ibaret olduğunu düşünen başkaları da olabilir. insan emek verdiği şeyi kutsallaştırma eğiliminde oluyor. yüzüklerin efendisi serisini bile kutsallaştıran pek çok insan var.

      diğer bir husus pekala ortak kullanım alanı olan bir yere abuk sabuk şeyler yazılmasını istememeye hakkımız var. iyi o zaman anadolu kentlerinin büyük müslüman tapınaklarına ait umumi tuvaletlerin arka kapıları gibi olsun burası. herkes her istediğini yazsın. sonuçta sitenin admini yorumları onaylıyor ya da onaylamıyor demek ki böyle bir mekanizma var. eğer varsa spam içeriklerin kaldırılmasını istemek de her okurun hakkı.

      Sil