Header Ads Widget

test banner

Tarihi Yeniden Okumak veya Modernlikle Yüzleşmek (1) / Giriş



Münferit'teki ilk yazımda ülkede son yıllarda yaşananların kendi kimliğimle ilgili sorgulamalar yapmama neden olduğundan bahsetmiştim. Okuduklarımdan gördüğüm kadarıyla buradaki pek çok insan da benzer sorgulamaları yapıyor. Fakat buradaki insanların pek çoğundan farklı olarak benim sorgulamalarım beni The Cemaat’ten değil İslamcılıktan kopardı (zira The Cemaatle kopmamı gerektirecek seviyede bir bağım yoktu). Aslında burada yazmaya karar verme nedenlerimden birisi de "Münferit Müslümanlar Platformu"(Eski ismi) ismindeki bu platforma farklı bir ses katmaktı zira buradaki yazıların ezici çoğunluğu The Cemaatten kopmuş insanların öz eleştirilerini, travmalarını, The Cemaatle hesaplaşmalarını içeriyor. Bunlar içerisinde önemli tanıklıklar olduğunu kabul etmek ve herkesin tecrübelerine saygı duymakla birlikte ben The Cemaat’in ve hatta daha önceleri bildiğimiz şekliyle cemaatlerin bitmiş olduğunu düşünüyorum. Daha da ileri giderek The Cemaat’in zaten öncesinde bitmiş olduğu için bugün düştüğü zelil duruma düştüğünü ve İslamcılığın da zaten bitmiş olduğu için milliyetçilik, hamaset, otoriterlik, komplo teorileri dışında söyleyecek sözünün kalmadığını düşünüyorum. Belki daha sonra bu noktaları da biraz daha açarım fakat şimdilik başlıktaki konuya dönelim.

İlk yazımda yaşadığım bir sorgulama sürecinin sonunda dine ve ahlaka dair bakışımdaki değişimlerden bahsetmiştim. Bu yazıdaysa tarihe bakışımdaki değişimlerden bahsetmek istiyorum. Aslında burada anlatacağım şeyleri önceden bilmiyor değildim. Tam tersine insanın hayata bakışındaki değişimler geçen Halil Berktay'ın bir yazısında da bahsettiği gibi basamak fonksiyonuna benziyor. Öğreniyorsunuz, gözlemliyorsunuz, sorguluyorsunuz ama orijinal pozisyonu ufak tefek değişimlerle de olsa korumaya çalışıyorsunuz ta ki bir noktada bir şeyler bardağı taşıran son damla olana kadar. O noktada artık orijinal pozisyon savunulamaz oluyor, yeni bir noktadan bakıyorsunuz hayata.

Benim için de bardağı taşıran son damla 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşananlar oldu. Bir yanda darbe yapmaya kalkan ve bunu yaparken kendi halkının üzerine ateş açan, meclisini bombalayan bir dini cemaat diğer yanda darbe sonrasında darbeyle mücadele iddiası ile otoriterliği kurumsallaştırmaya çalışan bir İslami parti. Camide yanında namaz kıldığın kişilere bile kardeşim diye bakmayı imkânsız hale getiren bir şüphecilik. Tek parti dönemine veya 28 Şubat'a karşı tüm argümanlarımızın çökmesi. Suud, İran vs. gerçek İslami rejimler değil, bizde farklı olacak beklentisinin boşa çıkması. Hala darbeci yönetimini eleştiremeyen The Cemaat alt tabakasından bir kesim, hükümete hiçbir konuda en ufak eleştiri yöneltemeyen tam tersine gazete ilanlarıyla açıktan desteğini bildiren partiyle bütünleşmiş cemaatler vs. Bu ortam bir yandan insanı sorgulamaya iterken diğer yandan da buna imkân veriyor zira artık ne sadakat duyulacak bir mahalle kaldı ortada, ne de yanlış demeleri insanda uhrevi bir endişe yaratacak saygın hoca efendiler. Herkes tek başına, herkes haritalanmamış okyanuslarda yolunu arıyor. Diğer yandan dünyadaki duruma baktığımızda Türkiye tüm bunlara rağmen en iyi durumda olan İslam ülkelerinden birisi. Çin gibi daha 30-40 yıl önce pek çok İslam ülkesinden daha gelişmiş olmayan ülkeler Batı'ya ciddi ciddi rakip olurken, müreffeh olmayı geçtim iç savaş yaşamayan, kan gövdeyi götürmeyen İslam ülkeleri şükür nedeni oluyor. Yani gerek ülke içerisinde gerek İslam dünyasında bir İslamcının kabullerini sorgulaması için mükemmel bir ortam var.

Bu ortamda yaptığım sorgulamalardan en fazla nasibini alan alanlardan birisi tarihe bakışım oldu zira bizim gibi şanlı bir imparatorluğun ve kaybetmiş bir medeniyetin bekası olan bir toplumda tarih her kesim için kimliğini oluşturan temel köşe taşlarından birisidir, bu nedenle de fazlasıyla siyasallaşmıştır. İslamcıların da bu bağlamda bir tarih okuması var. Köşe yazan birkaç hoca efendinin son dönemdeki birkaç yazısından buna örnekler vermek istiyorum.

“Büyük Selçuklu ile somutlaşan bu seçim, Osmanlı ile iptal edilemez, geriye alınamaz şekilde Batıya Yürüyüş’e dönüştü. Sekizinci yüzyılda başlayan bu süreç Safaviler ve Babürler sayesinde Doğu’nun (arka bahçemizin) tahkim edilmesiyle Viyana kapılarına kadar ulaştırdı bizi.

Batı’nın güçlenmesi ve onun bizi içimizden çökertecek oranda yerli hainler edinmesi yüzünden üç imparatorluğumuzu peş peşe kaybettiğimiz ise malumdur.

Söz konusu kaybedişler devrinde, asli seçimimize karşı içeriden ve dışarıdan hazırlanan bir ihanet çemberinin içinden, deyim yerindeyse Batı’nın işgal ve zulüm ateşinden geçerek seçimimizde musir olmaya, düşen sancağı yeniden kaldırmaya, yürüyerek var olmaya her zaman talip olduk, talip olmaya da devam ediyoruz.

Diğer bir söyleyişle Batı’ya yürüyüşümüzü önce sekteye uğratmak, ardından iptalini mümkün kılmak için geçmişte denenen Tanzimatlar, fiili olarak yeniden uygulamaya konulmaktadır.”

Bu da başka bir hoca efendiden:

“Yurt içinde Tanzimat’tan itibaren başlayan Batılılaşma hareketi Cumhuriyetin ilanından itibaren devletin resmi politikası ve amacı haline gelmiş, bize ait olan değerleri oluşturan ve koruyan kurumlar ortadan kaldırılmış, başta milli eğitim olmak üzere bütün eğitim ve etkileme kurum ve faaliyetleri sözde çağdaşlaşma, gerçekte Batılılaşma amacı için seferber edilmiştir.

1950’den sonra çok partili sisteme geçilmiş, dindar halk biraz nefes almış, bazı yasaklar ve engellemeler kaldırılmış olmakla beraber TC. Anayasasının ilk dört maddesi tabulaştırılmış, değiştirilmesi için teklif vermek bir yasaklanmıştır.”

Bir zamanlar üç kıtada hakim olmuş, sonra bu üç kıt‘anın elbirliği ve içerden satın aldıkları veya aldattıkları kimselerin yardımı ile mezara gömülen bir milletin çocuklarının yeniden dirilip şanlı mazilerinde olduğu gibi şerefli bir hedef/dava peşinde koşmaya başlaması düşmanlarının asla kabul edemeyecekleri bir gelişme olurdu.”

Buna benzer şeyleri zamanında cemaatçiler de çok söylerdi 15 Temmuz sonrası milliyetçileşen İslamcılar arasında popülerleşen “Bayrak düştüğü yerden kalkar” söylemlerini bir zamanlar cemaatçi arkadaşlar ve hocaları söylerdi asıl olarak. Yine Viyana kuşatmasına sık sık vurgu yapmalar, ah şu Tatarlar arkadan vurmasaydı söylemleri vardı mesela.

Daha sonra yazacaklarımla ilgili olduğu için şu alıntıyı da eklemek istiyorum:

“Umarım, niye “Okul”a, “Eğitim”e, “Spor”a ve “Kültür”e karşı olduğumu anlatabildim. “Aydınlanma felsefesi” bu anlamda 1789 Fransız devrimi ile Fransız Kültürünün evrenselleştirilmesi adına oluşturulan Laik ve Seküler bir “Mode-r-nleştirme” sürecidir. Yani Batılılaştırmaya yönelik, batı değerlerini “Modern / Çağdaş” bir akım olarak “Moda” haline getirmeye çalışan bir akımın adıdır. Aydınlanma, Batı siyasasının, iktisadının, teoloji, tarih ve yağmasının kutsanması ve evrenselleştirilmesi adına bir operasyonun adıdır aslında. Onun için ben bir Müslüman olarak ne batılı anlamda “Sağcılığı”, ne Aydınlanma felsefesinin ürünü olan “Aydın” olmayı kendime yakıştırmam. “Sivil” olmak bile, “Politik toplum” diye bir olguya karşı dengeleyici bir argüman olarak, zaruret gereği ihtiyadla, arızi olarak kabulleneceğim bir nitelemedir.”

Basitleştirirsek şöyle bir söylem var İslamcılar arasında ki bu kısmen Türkiye dışındaki İslamcılarda da rastlanabilen bir söylem.

Müslümanlar bir zamanlar dünyanın en ileri medeniyetiydi. Osmanlı dünyanın süper gücüydü. Daha sonra Batılılar başka ülkeleri sömürerek ve içimizde hainler satın alarak bizim gücümüzü aldığımız İslam'dan uzaklaşmamızı sağladılar. Özellikle Tanzimat'tan sonra Batı uşağı hainler Batılıların da komploları ve desteğiyle ipleri ele aldı, hep Batı'ya doğru gitmeye başladık. Atatürk zaten İngiliz ajanıydı. İngiliz Başbakanı Gladstone bu Kur'anı Müslümanların elinden almazsak onları yenemeyiz demişti. Demek ki Batıdan gelen her şey kötüdür, Batıdan gelen her şeyi reddeder, 200 yıllık veya kimi zaman 90 yıllık parantezi kapatıp yeniden kaldığımız yere dönersek ve Batılı kurum ve sistemlerin hepsine alternatif onlardan tamamen farklı İslami versiyonlarını yaparsak yeniden süper güç olup dünyayı yönetebiliriz ve yönetmeliyiz.

Peki tarihe dair bu söylem gerçeklerle ne kadar uyuşuyor ve bugüne bakışımıza dair ne ima ediyor? Bu yazı bu soruya vermeye çalışacağım cevabın uzun bir girişi oldu sonraki yazılardaysa bu cevabı vermeye çalışacağım.

- Ahmet Şeker
author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

0 Yorumlar