İşin erbabı bilir. Dünya edebiyatının zirve ülkesi Rusya'dır. Özellikle 19.yy Rus edebiyatının eşi benzeri yoktur. Dünyaca ünlü Alman edebiyat kritikçisi Marcel Reich Ranicki'ye göre 19.yy Rus edebiyatının benzeri gelmemiştir, gelecekte de gelemeyecektir. O kadar muhteşemdir. Başta Dostoyevski, Tolstoy, Gogol, Pushkin, Turgenyev, Gorgacov, Chekow olmak üzere onlarca zeka tarlası bu döneme denk gelir. Özellik Dostoyevski ve Tolstoy insan ruhunun efendileridir. Onların kitaplarını okurken, adeta Kutsal kitaplardan pasajlar okur zannedersiniz kendinizi. Marifet, edep, ahlak, başkalarının faydası için kendini feda etme, hakiki mutluluk gibi konularda yol göstericidirler.
Tolstoy, "Aile Mutluluğu" isimli kitabında, en güzel, en rafine hayatın tanımını söyle yapar:
"Tabiatla iç içe bir ev, anlamlı bir iş-uğraş, kitaplar, sevdiğin bir eş ve müzik. İşte muhteşem hayat budur."
Tolstoy adeta Hocaefendinin 22 yıllık Amerika yaşamını anlatmış. Pensilvanya'da gözden ırak bir ormanın içinde şahane bir çiftlik, kitaplar, etrafında dostları, hizmetinde bulunanlar, inandığı bir davası, kuran, cevşen, şiir, musiki... İnsan bu dünyada daha ne ister ki.
22 yıllık Amerikan yaşamında HE'nin ayağına diken bile batmadı. Oysa ki bu yola çıkarken takipçilerine bu yolun, kandan irinden yol olduğunu, her şeyi kaybetmeyi göze alınması, acının her türlüsüne hazır olunması gerektiğini söylüyordu. Konuştuğum cemaatten arkadaşlar, HE'nin korkunç bir manevi ızdırap çektiğini söylüyorlar. Dünyanın derdi onun sırtında, acının en büyüğünü o yaşıyor diyorlar. Ben buna katılmıyorum. Bir kere manevi ızdıraplarda, kendini başkaları için feda etme düşüncesi içeren acılarda, müthiş bir lezzet vardır. İkincisi bu manevi ızdırap, Meriç'te çocuğu elleri arasında kayıp boğulan bir annenin acısı, ya da cezaevinde korkunç işkencelere maruz kalan bir askerin çektiği acının yüzde biri olamaz.
Oysa ki Hocaefendinin benim Üstadım dediği Bediüzzaman çok farklı bir hayat sürmüştü. Hayatının 35 yılını sürgünde, hapiste, savaşta geçirdi. Öldüğünde 40 kiloydu. Kendi ifadesiyle "dünya nimetleri adına hiçbir şey bilmiyorum" diyordu. 21 kere zehirlendi, 3 kere idam ipi boğazından alındı. Afyon'da karakolun altındaki bodrumda, -20 derecede, yaşlı haliyle donmamak için, sabaha kadar koşuyor, zıplıyordu.
Hocaefendi yıllarca takipçilerine ne dediyse onlar onu yaptı. Karın tokluğuna Sibirya'ya, Afrika'ya, Orta Asya'ya gittiler. Aylarca dershanelerde maaş almadıkları oldu. Hafta sonları ağız tadıyla eşleriyle bir çay içme, çocuklarıyla vakit geçirmeye vakitleri olmadı. Belalar gelmeye başladığında da ilk darbeyi yiyen bu garibanlar oldu. A Takımı abilerin, ağababaların pasaportu vardı, networku vardı, cemaatin bütün imkanları bunlardaydı. Yurt dışına rahat girip çıkabiliyorlardı. Durum ciddileşmeye başlandığında da bu garibanları ortada bırakıp kaçtılar. Aylarca maaş, kurumlar kapanmaya yüz tutunca tazminatlarını alamayanlar ne pasaport alabildiler, ne de kaçakcılara 3000-5000 lira verip Batı'ya geçebildiler. Ağababaları ya Amerika’ya ya Houstan'a, ya Londra'ya ya da Almanya'ya çoktan kapağı atmışlardı.
AK Partiyle savaş yenilgiyle sonuçlanınca ben Hocaefendiden şunu bekliyordum. Cumhurbaşkanına seslenip, "ben ve A Takımım yarın gelip teslim olacağız. Yeter ki bu garibanları serbest bırak. Bunların bir suçu günahı yok." Neticede 82 yaşında yaşlı bir insan. Kendi ifadesiyle ölümünü bekliyor. Ama Hocaefendi bu delikanlılığı sergileyemedi. Oysa ki yıllarca vatanında ölmek istediğini, onun bir karış toprağını dünyalara değişmeyeceğini söylüyordu. Kendisine inanları yarı yolda bıraktı. Şöyle bir fetva verdi: "Zalimin işini kolaylaştırmak caiz değil, imkanı olanlar yurt dışına çıksın." Bu mesajı seve seve kabul eden ilk grup, tabi ki cemaatin bütün ganimetini yiyen, bütün pis işlerde parmağı olan abilerdi. Saniye kaybetmeden çıktılar dışarı.
Oysaki Bediüzzaman 1. Dünya Savaşında Ruslara karşı gönüllü olarak savaşıyordu. Emri altındakilere moral vermek için avcı hattında, en önde atın sırtında volta atıyordu. Muhteşem Kuran tefsiri "İşaretül İcaz"ı burada, at sırtında talebesine yazdırıyordu.
Milli Mücadeleyi başlatmak için Atatürk ve arkadaşları, İstanbul’a göre çok daha güvenli olan Anadolu’ya çekildiklerinde o İstanbul’da kalıp, işgalci İngilizlere karşı mücadele ediyordu. Ben tehlikeli alanlarda savaşmayı seviyorum diyordu; (İslam Yaşar'ın Bediüzzamanın hayatının anlattığı kitabına göre) defalarca ısrar etmesi üzerine Ankara'ya geçiyordu.
1925 yılında Şeyh Said isyanını bahane edip onu da Batıya sürgün ederlerken, talebeleri Onu Mekke-Medine’ye kaçırmayı teklif ettiler. Ama o vatanını terk etmeyi reddetti.
Talebelerini hiçbir zaman terk etmedi. Onlarla savaştı, onlarla Rusya’da esaret yaşadı, onlarla birlikte hapishaneye düştü.
Şerif Mardin'in ifadesiyle "Bir Asrı Saadet Müslümanı" olan Bediüzzaman 7’sinde neyse 77’sinde de oydu. Asla pragmatist ve oportünist olmadı.
14 yaşında, insanlara zulüm eden Miran Aşireti reisini uyarmaya gittiğinde lafı hiç dolandırmaz. "İnsanlara zulmü bırak, adaletli ol, namaza başla, yoksa seni öldürürüm." Paslı kılıcına bakan aşiret reisi, beni bu paslı kılıcınla mı öldüreceksin deyince Bediüzzaman "Kılıç kesmez yürek keser" der.
31 Mart vakasında şeriat istediği gerekçesiyle idamla yargılanır. Camdan idam sehpalarında sallanan insanlar kendisine gösterilerek "Şeriat istemişsin" derler. Bediüzzaman "Saçlarım kadar başım olsa, her gün birini kesseniz, bu davadan dönmem. Evet şeriat istedim ama isyancılarınki gibi değil" der savunmasını yapar.
Hayatının her döneminde dimdik durmuştur. Korku onun elini tutmamıştır. Hakiki bir şövalyedir. Gizli, ikinci bir gündemi yoktur. "Hakkın hatırı alidir, hiçbir şeye feda edilmez" hayatının rehber sözüdür.
Oysa ki Hocaefendi ve cemaatinin, her zaman bir resmi görüşü, bir de samimi görüşü vardır. Mesela eskiden herhangi bir dershaneye gidip, burası Gülencilerin mi diye sorsanız, klasik cevap şudur: "hayır, biz birçok kişiden istifade ettiğimiz gibi Gülen’den de istifade ediyoruz. Ondan etkilenmiş olabiliriz ama kurum onun değil." Ya da cemaatin yeterince güçlü olmadığı zamanlarda HE'ye, "Orduya sızmaya çalıştığınız doğru mu" diye sorduklarında cevap: "Orduyu düşman olarak görmüyorum ki ona sızmaya çalışayım" der. Herkes bilir ki HE'nin en önem verdiği birim askeriyedir. "Bir çocuğu askeri okullara sokmak, bir kolej açmaktan hayırlıdır" sözü ona aittir. Cemaat biraz güçlenince orduya sızma sorusuna şu cevabı verdi "Anadolu insanı her yere girebilir. Bu vatanın evladıdır o. Onun hakkıdır." Muhatabın, rakibin ya da düşmanın kapasitesine göre tavır takınma, çekinme, kendini saklamaya çalışma sonucunda çift karakterli, omurgasız epey bir insan yetişti zamanla.
Denilir ki hançer Doğuda icad edilen bir savaş aletidir. Ve yine denilir ki hançerle bir insanı ancak sırtından vurarak öldürebilirsiniz. Bediüzzaman her zaman düşmanın karşısına Şövalye gibi çıkıp, lafını hiç esirgemeden söylemiştir. O düellodan çekinmeyen bir Şövalyeyi, Cemaat ise bana Hançeri hatırlatıyor.
Nuri Turan
Tolstoy, "Aile Mutluluğu" isimli kitabında, en güzel, en rafine hayatın tanımını söyle yapar:
"Tabiatla iç içe bir ev, anlamlı bir iş-uğraş, kitaplar, sevdiğin bir eş ve müzik. İşte muhteşem hayat budur."
Tolstoy adeta Hocaefendinin 22 yıllık Amerika yaşamını anlatmış. Pensilvanya'da gözden ırak bir ormanın içinde şahane bir çiftlik, kitaplar, etrafında dostları, hizmetinde bulunanlar, inandığı bir davası, kuran, cevşen, şiir, musiki... İnsan bu dünyada daha ne ister ki.
22 yıllık Amerikan yaşamında HE'nin ayağına diken bile batmadı. Oysa ki bu yola çıkarken takipçilerine bu yolun, kandan irinden yol olduğunu, her şeyi kaybetmeyi göze alınması, acının her türlüsüne hazır olunması gerektiğini söylüyordu. Konuştuğum cemaatten arkadaşlar, HE'nin korkunç bir manevi ızdırap çektiğini söylüyorlar. Dünyanın derdi onun sırtında, acının en büyüğünü o yaşıyor diyorlar. Ben buna katılmıyorum. Bir kere manevi ızdıraplarda, kendini başkaları için feda etme düşüncesi içeren acılarda, müthiş bir lezzet vardır. İkincisi bu manevi ızdırap, Meriç'te çocuğu elleri arasında kayıp boğulan bir annenin acısı, ya da cezaevinde korkunç işkencelere maruz kalan bir askerin çektiği acının yüzde biri olamaz.
Oysa ki Hocaefendinin benim Üstadım dediği Bediüzzaman çok farklı bir hayat sürmüştü. Hayatının 35 yılını sürgünde, hapiste, savaşta geçirdi. Öldüğünde 40 kiloydu. Kendi ifadesiyle "dünya nimetleri adına hiçbir şey bilmiyorum" diyordu. 21 kere zehirlendi, 3 kere idam ipi boğazından alındı. Afyon'da karakolun altındaki bodrumda, -20 derecede, yaşlı haliyle donmamak için, sabaha kadar koşuyor, zıplıyordu.
Hocaefendi yıllarca takipçilerine ne dediyse onlar onu yaptı. Karın tokluğuna Sibirya'ya, Afrika'ya, Orta Asya'ya gittiler. Aylarca dershanelerde maaş almadıkları oldu. Hafta sonları ağız tadıyla eşleriyle bir çay içme, çocuklarıyla vakit geçirmeye vakitleri olmadı. Belalar gelmeye başladığında da ilk darbeyi yiyen bu garibanlar oldu. A Takımı abilerin, ağababaların pasaportu vardı, networku vardı, cemaatin bütün imkanları bunlardaydı. Yurt dışına rahat girip çıkabiliyorlardı. Durum ciddileşmeye başlandığında da bu garibanları ortada bırakıp kaçtılar. Aylarca maaş, kurumlar kapanmaya yüz tutunca tazminatlarını alamayanlar ne pasaport alabildiler, ne de kaçakcılara 3000-5000 lira verip Batı'ya geçebildiler. Ağababaları ya Amerika’ya ya Houstan'a, ya Londra'ya ya da Almanya'ya çoktan kapağı atmışlardı.
AK Partiyle savaş yenilgiyle sonuçlanınca ben Hocaefendiden şunu bekliyordum. Cumhurbaşkanına seslenip, "ben ve A Takımım yarın gelip teslim olacağız. Yeter ki bu garibanları serbest bırak. Bunların bir suçu günahı yok." Neticede 82 yaşında yaşlı bir insan. Kendi ifadesiyle ölümünü bekliyor. Ama Hocaefendi bu delikanlılığı sergileyemedi. Oysa ki yıllarca vatanında ölmek istediğini, onun bir karış toprağını dünyalara değişmeyeceğini söylüyordu. Kendisine inanları yarı yolda bıraktı. Şöyle bir fetva verdi: "Zalimin işini kolaylaştırmak caiz değil, imkanı olanlar yurt dışına çıksın." Bu mesajı seve seve kabul eden ilk grup, tabi ki cemaatin bütün ganimetini yiyen, bütün pis işlerde parmağı olan abilerdi. Saniye kaybetmeden çıktılar dışarı.
Oysaki Bediüzzaman 1. Dünya Savaşında Ruslara karşı gönüllü olarak savaşıyordu. Emri altındakilere moral vermek için avcı hattında, en önde atın sırtında volta atıyordu. Muhteşem Kuran tefsiri "İşaretül İcaz"ı burada, at sırtında talebesine yazdırıyordu.
Milli Mücadeleyi başlatmak için Atatürk ve arkadaşları, İstanbul’a göre çok daha güvenli olan Anadolu’ya çekildiklerinde o İstanbul’da kalıp, işgalci İngilizlere karşı mücadele ediyordu. Ben tehlikeli alanlarda savaşmayı seviyorum diyordu; (İslam Yaşar'ın Bediüzzamanın hayatının anlattığı kitabına göre) defalarca ısrar etmesi üzerine Ankara'ya geçiyordu.
1925 yılında Şeyh Said isyanını bahane edip onu da Batıya sürgün ederlerken, talebeleri Onu Mekke-Medine’ye kaçırmayı teklif ettiler. Ama o vatanını terk etmeyi reddetti.
Talebelerini hiçbir zaman terk etmedi. Onlarla savaştı, onlarla Rusya’da esaret yaşadı, onlarla birlikte hapishaneye düştü.
Şerif Mardin'in ifadesiyle "Bir Asrı Saadet Müslümanı" olan Bediüzzaman 7’sinde neyse 77’sinde de oydu. Asla pragmatist ve oportünist olmadı.
14 yaşında, insanlara zulüm eden Miran Aşireti reisini uyarmaya gittiğinde lafı hiç dolandırmaz. "İnsanlara zulmü bırak, adaletli ol, namaza başla, yoksa seni öldürürüm." Paslı kılıcına bakan aşiret reisi, beni bu paslı kılıcınla mı öldüreceksin deyince Bediüzzaman "Kılıç kesmez yürek keser" der.
31 Mart vakasında şeriat istediği gerekçesiyle idamla yargılanır. Camdan idam sehpalarında sallanan insanlar kendisine gösterilerek "Şeriat istemişsin" derler. Bediüzzaman "Saçlarım kadar başım olsa, her gün birini kesseniz, bu davadan dönmem. Evet şeriat istedim ama isyancılarınki gibi değil" der savunmasını yapar.
Hayatının her döneminde dimdik durmuştur. Korku onun elini tutmamıştır. Hakiki bir şövalyedir. Gizli, ikinci bir gündemi yoktur. "Hakkın hatırı alidir, hiçbir şeye feda edilmez" hayatının rehber sözüdür.
Oysa ki Hocaefendi ve cemaatinin, her zaman bir resmi görüşü, bir de samimi görüşü vardır. Mesela eskiden herhangi bir dershaneye gidip, burası Gülencilerin mi diye sorsanız, klasik cevap şudur: "hayır, biz birçok kişiden istifade ettiğimiz gibi Gülen’den de istifade ediyoruz. Ondan etkilenmiş olabiliriz ama kurum onun değil." Ya da cemaatin yeterince güçlü olmadığı zamanlarda HE'ye, "Orduya sızmaya çalıştığınız doğru mu" diye sorduklarında cevap: "Orduyu düşman olarak görmüyorum ki ona sızmaya çalışayım" der. Herkes bilir ki HE'nin en önem verdiği birim askeriyedir. "Bir çocuğu askeri okullara sokmak, bir kolej açmaktan hayırlıdır" sözü ona aittir. Cemaat biraz güçlenince orduya sızma sorusuna şu cevabı verdi "Anadolu insanı her yere girebilir. Bu vatanın evladıdır o. Onun hakkıdır." Muhatabın, rakibin ya da düşmanın kapasitesine göre tavır takınma, çekinme, kendini saklamaya çalışma sonucunda çift karakterli, omurgasız epey bir insan yetişti zamanla.
Denilir ki hançer Doğuda icad edilen bir savaş aletidir. Ve yine denilir ki hançerle bir insanı ancak sırtından vurarak öldürebilirsiniz. Bediüzzaman her zaman düşmanın karşısına Şövalye gibi çıkıp, lafını hiç esirgemeden söylemiştir. O düellodan çekinmeyen bir Şövalyeyi, Cemaat ise bana Hançeri hatırlatıyor.
Nuri Turan
2 Yorumlar
"çift karakterli, omurgasız epey bir insan yetişti zamanla" cümlesi harika bir tespit! Gülenin kendi elleriyle yarattığı NeoTakiyye kültürünün kötü sonuçlarından birisini gösteriyor. Örnek: 23 Haziran seçimlerinde "Akpartiye oy vermelisiniz" imalı mesajlar vererek hala mazlum insanların iradesine çökmeye çalışan, yediği küfürlerden muhtemelen zevk duyan, yazdıkları veya söyledikleriyle mazlumlara yarardan çok zarar veren, ve söylemleri Erdoğan tarafından zulme gerekçe olarak sıkça kullanılan çok kullanışlı bir birey olan Emre Uslu... Uslu iyi bir Gülen talebesi bu yazıdakilere bakarak konuşacak olursak...
YanıtlaSilLa Fetullah'a hücum ederken bile Türk milletini aşağılamaktan geri durmuyonuz. Yok hançer doğu icadıymış, yok şövalye mertmiş! Gavura gavur propagandası bunlar. Buzul Adamı Ötzi'nin bile yanında çakmaktaşından hançerini buldular. Şövalye dediğin de masumları katletmekle kalmamış, aç kalınca etini bile yemiştir.
YanıtlaSil