Hatırlanacağı üzere son zamanların en popüler konusu: Gençlik deist mi oluyor? Müslüman kızlar feminizme mi yöneliyor? şeklinde. Burada ilk görüşte dikkati çeken şey insan yaşamında çok önemli bir aşama olan kimlik inşasının yine inançlar üzerinden ele alınması. Bundan daha vahimi ise bu ideolojilerin adeta cinsiyetler arasında taksim edilmesi, ideolojiler üzerinden sanki cinsiyet ayrımcılığına gidilmesi. Bu yazıda özellikle muhafazakâr toplumda revaçta olan bu iki konuya değinmek istiyorum.
Siyasi ve dini otorite Türk gencine toz kondurmayıp bunu bir sapıklık,
ahlaksızlık, ateizmden önceki son durak olarak tanımlasa da meselenin toplum
tabanında geniş yankı uyandırması salt inkarla geçiştirilecek gibi görünmüyor. Deizm,
evrenin bir yaratıcı tarafından yaratılıp daha sonra bu yaratıcının insanı
kendi başına bıraktığını kabul eden felsefi bir akım olarak tanımlanmaktadır. Bu
tanıma göre Deizm peygamberleri ve kutsal kitapları da reddetmektedir. Herkesin
hemen hemen mutabakat sağladığı bu Deizm tanımına ben katılmıyorum. Eğer bu
tanımı doğru kabul edersek dini kabul ve aidiyetin en temel esaslarından olan
peygamber ve kitaplara inanmayı reddeden bir akımı dini otorite olan Diyanet’in
sapıklık olarak tanımlaması gayet doğal. Evet bu İslam’a uygundur Tanrı’ya
inanın yeter mi diyecekti Diyanet? Kuran’ı tefsir ederken olmazsa olmaz üç
temel prensip/kaide vardır: Siyak, sibak ve sebebi nüzul. Yani ayetin öncesi,
sonrası ve iniş sebebi. Bu üç
prensibi/kaideyi temel almadan bağlamdan kopuk yapılan bir tefsir ne kadar
sağlıklıysa Wikipedia’dan doğrudan alıntıladığımız Deizm tanımı da o kadar
sağlıklıdır.
Deizmi anlamak için onu ortaya çıkaran sebepleri, neye tepki olarak ortaya
çıktığını ya da Hegel’in deyimiyle çağın ruhunu anlamalıyız. Dinin ete kemiğe
bürünmüş biçimi olan peygamberleri inkâr etmek ve faturayı onlara kesmek hiç de
adil değil. Dini araçsallaştıran, insanların Tanrı inancını kendi politik
hedefleri için kullanan, ahireti ikinci bir yeryüzü tapusu gibi dağıtan kiliseye
karşı bir tepki olarak doğan Deizm’de Tanrı ile insanlar arasındaki engelleri
ortadan kaldırmak ve yaratıcıya doğrudan aracısız olarak ulaşmak temel gayedir.
İnsan doğrudan yaratanına kendisi ulaşabilir ve saf inancını sömüren bu
kurumsal yapıları aradan çıkartabilir. Deizm’de mutlak peygamber inkârı da
yoktur. Peygamber de insandır ve hata yapabilir. Hz.Musa’nın Mısırlı bir
Kıptiyi öldürmesi, Kuran’da biz seni desteklemeseydik sen de onlara az da olsa
meyil ederdin gibi ayetler peygamberlerin de hata yapabildiklerini gösterir. Deizm
özünde budur ve iyi bir şeydir öcü falan da değildir. Aslında sorun bizim
bireysel ve toplumsal aydınlanmamızı yeni yaşıyor olmamızdır. Fetö gibi
oluşumlar ya da kült olarak tanımlanabilecek tarikat ve cemaatler bu bağlamda
Hristiyanlıktaki ruhban sınıfına benzetilebilir. Bu yapılardan kurtulup birey
olamadığımız ve iç aydınlanmamızı yaşayamadığımız sürece maalesef sömürülmeye de
devam edeceğiz.
Diğer bir husus da feminizm akımının bugün muhafazakâr toplum kesimleri
arasında giderek kök salmış olmasıdır. Hatta bu akım da maalesef bugün din
üzerinden bir bölünmeye giderek Müslüman-seküler feministler olarak ayrı bir
görüntü sergilemektedir. “Kadınların haklarını
tanıyarak bu hakların korunması amacıyla eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına
yönelik muhtelif ideolojiler, toplumsal hareketler ve kitle örgütlerinden
oluşan hareket” şeklinde tanımlanan feminizmin bizim gibi ata erkil,
erkek egemen toplumlarda filizlenip boy atması elbette olumlu bir gelişme. Ama
meselenin yine aidiyetler üzerinden ele alınıp daha farklı ayrışmalara
sebebiyet vermesi de oldukça düşündürücü. Bu konuda ikinci husus ise yine
cinsiyet üzerinden bir bölünmeye ve kutuplaşmaya gidilmesi. Mesela ben bir
erkek olarak neden feminist olamayayım? Halbuki araştırınca ne kadar büyük bir
feminist olduğumu anladım. Örneğin ben hep İslam’da kadınların da çok eşli olabileceğini
savunurdum. Buna ulemanın karşı çıkışı genelde çocuğun hangi erkekten
olacağının belirlenememesi yüzündendi. Bugün artık böyle bir tespit yapmak çok
kolay yani bu argümanın da hiçbir geçerliği kalmadı.
İşte bu sekter (bölünmeci /kutuplaştırı) anlayışa sebep olan bence en
önemli husus kendimizi hala aidiyetler üzerinden tanımlama alışkanlığımıza
devam ediyor oluşumuzdur. Dün Gülenist bugün Feminist, dün Deist bugün Agnostik
yarın Ateist.. Sonu ‘izm’le biten bu akımlar üzerinden kendimizi ifade
ettiğimiz, çevremizdeki insanları Gülenist-Anti-Gülenist, Deist-Anti-Deist
olarak damgalamaya (stigmatization) devam ettiğimiz sürece sanırım asla birey
ve kendimiz olamayacağız! Aslında bu tür akımlar insanlığın özündeki evrensel
iyiyi, insanlığın vicdan damarını temsil etmektedir. Bu akımlar sadece bunu
daha sistemli, örgütlü ve yüksek bir söyleyiş kazandırarak ifade etmektedir.
Yabancı dil öğrenirken sıklıkla karşılaştığımız “tip of the tongue” yani
dilimin ucunda olgusu gibi biz de bu akımları tanıdıkça aslında ben de bunu
arıyordum, tam da beni anlatıyormuş gibi olmamız işte bu yüzdendir. Zaten bu
akımlara öncülük eden kişiler de çoğu zaman yeni bir akım oluşturayım diye de
ortaya çıkmamıştır. Ama bu insanların söylemleri
maalesef ya bilerek çarpıtılmış ya da bir şekilde kimi hiziplerin kendi politik
hedefleri doğrultusunda idealize edilmiş ve yanlış lanse edilmiştir. Örneğin
Niçe'de inançlı bir kişilikti hatta babası Luteryan rahipti. Ancak babasını çok
küçük yaşta kaybetmesinin neden olduğu travma ve o günkü yanlış bir takım dini
uygulamalar dini sorgulamasına neden oldu. Sonunda Hristiyanlığın köle ahlakına
(aslında o günkü dini anlayışa) savaş açtı. Yani dinin özüne ruhuna değil
pratikte de facto yaşanan dine karşı çıktı. Ama bunun neticesinde “Ateizmin
babası” olarak lanse edilmekten kendini kurtaramadı.
Aslında bu kişiler Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “insanlığın
yolunu aydınlatan, insanlığının önünden yürüyen mistikler” olarak toplum
hafızasında yer etmesi ve yad edilmesi gerekirken bugün bambaşka bir boyut
kazanarak adeta ideolojik hareketlerin mimarları konumuna getirilmiştir. O
yüzden bunların ifade ettiği içeriği kabul etmekle beraber sonu ‘izm’le biten
bir ideolojiyle inançlarımızı veya aidiyetlerimizi kesin sınırlar içine almak
ve kendimizi sınırlandırmak eski aidiyetlerden bir tık üste gibi görünse de
bence bireyselliğe vurulan bir başka darbedir.
Yine her saniyesine, her dakikasına hükmedemesem de
her anına şahit olduğum kendi hayatıma referans vererek konuyu bağlamak, kendi
açımdan bir sonuca götürmek isterim. Hayatımın 3 yılı hariç hiçbir döneminde
ideolojik anlamda bir baltaya sap olamadım. 3 yılı kapsayan bir süreç de sadece
Fetullahçı olduğum doğrudur. Bugün ise böyle olmamakla beraber bundan pişman da
değilim. Ama insanlığın evrensel iyiliğine katkı sunan, bunun için çabalayan
herkese sevgi saygı besledim, onları kendime idol olarak aldım. O yüzden Sokrat
da benim Muhammed de benim Ebuzer de Spartaküs de Niçe de hepsi benim…
--------------------------------------------------------------------------------------------
Sorumluluk reddi: MFP blogda yazılan tüm
yazılar yazarların şahsi
görüşleridir, MFP’nin
ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini ifade etmez.
--------------------------------------------------------------------------------------------
Peygamberlik Arap milletinin kendi filozoflarini tanimlama biçimi olabilir mi ?
YanıtlaSilIslam Dini nde mucize diye anlatilanlar da mitolojik hikayeler olabilir mi ?
Sanırım olamaz çünkü Tarih bilimi açısından peygamberliği kesin olan Hz.Muhammed'di diye hatırlıyorum. Diğerleri efsane şahsiyetler bilimsel açıdan. Çok net vakıf olduğum konu değil ama öyle hatırlıyorum. Ama mucizelerle ilgili ben de aynı düşünüyorum sanki.
SilPeygamberlik daha çok yahudilerin şair, kahin veya bilgelik kurumu. Önceleri daha çok şair ve müzisyen iken sonradan kahinlik gibi formlar da almış. (prophet, prophecy kelimeleri gibi). Araplarda bu gelenek yok, ama Hz Muhammedin peygamberliği yahudilerin bu geleneğine Hz İbrahim ve ismail soyundan olması ile bağlanıyor.
SilYani sonuç olarak peygamberlik kurumu uydurma mı?
SilUydurma mı?
SilYahudilerde baba, oğul kardeş, kuzen, aynı anda birçok peygamber geliyor, babadan oğula geçiyor.
Allah en çok tevhide önem verirken zaten tevhide inanan Yahudilere verdikçe veriyor peygamberleri, ama tevhide en çok ihtiyaç duyan yanı başındaki mısır, Yunan Roma'da hiç peygamber yok. Bu medeniyetler hem putperest ve şirkin dibine vurmuş, hem de tarihleri yazılı çoğu kayıt altında, bilinen hiç peygamber yok.
Hakeza Hint, çin ve Amerika'da bilinen peygamber yok. Özellikle Yunan Roma ve çin ülkelerin tarihleri az çok kayıtlı, eski Sümerlerin çok net yazılı tabletleri var, hepsi putperest ve tevhide ihtiyaç duyan kavimler, ama peygamber yok.
Bazı liderler için "peygamber olabilir" gibi zayıf ve delilsiz argümanlar dışında bi açıklama da yok.
Madem peygamberler en çok ihtiyaç duyan yerlere ıslah için gönderiliyor, şirkin en koyu ve inatçı memleketlerine daha çok bol bol peygamber gitmesi gerekmez mi? Zaten tevhide az çok aşina Yahudilere durmadan peygamber geliyor. Ötekilere daha çok gelmesi gerekirken ve tarihlerinde dolayısıyla daha çok peygamber izleri olması gerekirken, hatta bu Yunan Roma çin sümer gibi kavimlerin yazılı belgeli tarihleri de varken, hiç peygamber olmaması garip değil mi?
Peygamberlik kurumunun yahudi geleneği,bir çeşit şaman büyücü, kahin geleneği olduğu çok açık değil mi?
Sayın Ivancho, argümanlarınızın çoğuna katılıyorum. Ancak, vahyin kutsal metnini Tanrı'nın nasıl indirdiği, bunun insanlar arasında nasıl yayıldığı da bu sefer ciddi biçimde karşımızda duruyor. Yani dini kabul ediyorsak peygamberlik krumunu da kabul etmek bence akla yatkın birşey. Ben düşüncelerim de yine aynıyım: Sorunların peygambere fatura edilmesi çok adil değil. Ayrıca peygamberi gözümüzde abartmamak, insan olduğu gerçeğini de akıldan çıkarmamak gerektiği düşüncesindeyim. Saygılarımla!
YanıtlaSil