Bir
önceki yazımda münferit olmanın en önem ve gerekli ilk şartı olan ekonomik
bağımsızlıktan bahsetmiştim.
Münferit
olmanın ikinci şartı ise entelektüel sermayedir. Bu konuda maalesef sadece
dindar insanlar değil, toplumun tüm katmanları okuma düzeyi bakımından çok
yetersiz. Yani millet olarak okumuyoruz. Bu kategoriye sadece cemaat ve tarikat
mensubu insanları sokmak onlara çok büyük bir haksızlık olur. Fethullah
Gülen’in artıklarını nasıl yersiniz, artık çayını nasıl şifa niyetine
yudumlarsınız böyle saçma şey mi olur! diyen insanlar acaba cenazeyi mezara
defnederken ölüye okunan Kuran’ı da sorguluyorlar mı? Yoksa Akif’in ‘İnmemiştir
hele Kuran bunu hakkıyla bilin ne fal bakmak ne mezarlıkta okunmak için.’
dizelerini duymamışlar mıdır? Kuranı yüzünden Arapça olarak hatmedip Türkçe
mealini bir kez bile bitirmeyen ve Kuranı böyle okumakla çok sevap kazandığını
düşünen insanlar bunun en az Fethullah Gülen’in artık bardağından kalan çayı
içmek kadar saçma olduğunu düşünmezler mi? O yüzden bunu sadece cemaat
tabanıyla sınırlandırmak doğru bir yaklaşım değil. Bu konuda her bireyin bence
kendi iç aydınlanmasını yaşayacak, kendi doğrularını oluşturacak kadar okuması
gerekmektedir.
Münferit
olmak için son husus ise tasavvufi bir anlayış geliştirmektir. Maddi anlamda
bağımsız olabilirsiniz, entelektüel bakımdan belli bir seviyeye de gelebilirsiniz
ama insanda madde ötesi mana arayışı, buna yönelme gibi bir temayül de vardır.
Yani insan eninde sonunda ölümlü bir varlık ve ölüm ötesine dair çeşitli inanç
sistemleri geliştirmek durumundadır. Bu konuda dediğimiz gibi iki ana seçenek
karşımızda durmaktadır: Tanrının içinde bulunduğu ya da bulunmadığı çeşitli
inanç sistemleri ve bunların tümünü reddeden her çeşit inançsızlık öğretileri.
Tanrının içinde bulunmadığı inanç sistemlerine kabaca ideoloji diyoruz.
İdeolojilerin dinlerden temel farkı ölüm sonrasına dair teorik hiçbir açıklama
getirmemeleridir. Bu yönüyle bir nevi kapalı dinler olarak da adlandırılabilir.
Tanrının içinde bulunduğu inanç sistemleri ise ilahi ya da ilahi olmayan
dinlerdir. Son zamanlarda ortaya çıkan Tanrının varlığının da yokluğunun da
bilinemez olduğunu iddia eden agnotizm akımı da vardır ama insanlık tarihi
boyunca birey ve toplumlar ölüm ötesine dair esas olarak iki ana akım
çerçevesinde öğreti geliştirmişlerdir.
Fethullah
Gülen’in ideolojik öğretileri de esas itibariyle üç temelde kök salmış yani
belli başlı üç kaynaktan beslenmiştir: Türk milliyetçiliği, diyalog ve İslam
dini. Türkiye’de devlet kurumlarına girme, Orta Asya başta olmak üzere dünyaya
yayılma hamlesinde kitleleri esas itibariyle Türk milliyetçiliği motive ve
mobilize etmiştir. Buna bir bakıma Anadolu insanının yurt içinde etkin
konumlara gelme, ticari ve kültürel faaliyetler aracılığıyla dünyaya açılma
hareketi de diyebiliriz. Batı ülkelerinde ise genellikle diyalog
faaliyetleriyle temas kurmaya çalışmıştır. İşte İslam dini de tüm bu hamlelerde
destekleyici, pekiştirici ya da kuvvetlendirici unsur olarak işlev görmüştür.
Bunu bir bakıma benzin-lpg metaforuna da benzetebiliriz. Nasıl ki arabanın gazı
bittiğinde otamatik lpg’ye geçiyorsa öyle de İslam dini kitleleri mobilize
etmede diğer ideolojik unsurların yetersiz kaldığı durumlarda onları takviye
etmektedir. Burada esas olarak kullanılan İslam dini değil, gerçeklerin eğilip
bükülmesi yani çarpıtılmasıyla oluşturulmuş Fethullah Gülen’in İslam
ideolojisidir. İşte bu ideolojinin temeli de İslam tarihi boyunca pek çok
devlet, örgüt, grup, cemaat, cemiyet vs. tarafından oldukça başarılı bir
biçimde kullanılan ‘ilay-ı kelimatullah ve cihad’ yani Allah’ın adını
yüceltmek, savunmak şeklinde Türkçeleştirebileceğimiz cihad kavramıdır. Peki
Allah’ın böyle bir şeye ihtiyacı ya da inananların böyle bir yükümlülükleri
gerçekten var mıdır?
Böyle
bir yükümlülük altında bulunduklarını, böyle bir sorumlulukları olduğunu iddia
eden örgüt, grup, cemaat, devlet vb. yapılar bu konuda genellikle İslam
tarihindeki savaşları ve İslam dinini dünyanın dört bir tarafına yaymak için
yurtlarını terk eden sahabeleri örnek vermekte, onları referans göstermektedir.
Bu iddia doğru olmakla beraber aslında çarpıtılmış bir gerçeklik örneğidir.
İslam’ın bidayetinde yani başlangıcında yeni bir dini yaymak için tebliğ
vazifesiyle insanların dünyanın dört bir tarafına hicret etmesi gayet makuldur.
Sonuçta kitle iletişim araçları sınırlı ve bugünkü kadar yaygın değildi. Ayrıca
ortada tanıtılması gereken de bir din vardı. Ancak bugün böyle bir
tanıtım görevine gerek yoktur çünkü isteyen herkes bir tıkla İslam diniyle
alakalı her şeye ulaşabilmektedir. Burada diğer bir husus insanların İslam
dinine girmeleri için ikna etmek, dine yeni müntesipler kazandırmak için
tebliğde bulunma meselesidir. Bence bu da koca bir safsatadan! ibarettir. Dinin
bir ticaret olduğu, insanların da bu ticaret yoluyla ahiretlerini
kazanabilecekleri Kuran’da çeşitli ayetlerde belirtilmektedir. Ticaretle ilgili
olan herkes az çok bilir ki hiçbir hakiki tüccar malını satmak için kapı kapı
dolaşıp malını ayağa düşürmez. Zaten malın kaliteliyse insanlar bir şekilde
gelip seni bulur. Bu konuda peygamberler bile sadece yeni nüzul olan bir dini
tebliğ etmiş, bunun ötesinde insanları inanıp inanmama konusunda zorlamamıştır.
Birçok kez de Tanrı tarafından bu konuda itap edilmişlerdir. Nitekim Gaşiye
Suresi 22. Ayette Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sen
onları zorlamaya, onlardan zorla İslam’ı kabul taahhüdü almaya memur değilsin.”
(Ahmat Varol meali).
Bu
noktada son husus ise Allah adına yapılan savaşlardır. Her ne kadar bu
savaşların çoğunun savunma amaçlı yapıldığı söylense de İslam tarihinde taarruz
amaçlı, yayılma politikası güden savaşlar da vardır. Bu yönüyle İslam savaş ve
kılıç dinidir argümanı hiç de yabana atılacak bir argüman değildir. Bu dinin
her ne kadar müntesibi olsak da bence her şeyi olduğu gibi kabul etmek
durumunda değiliz (buna Kuran ve hadis de dahil). Sonuçta akılla, mantıkla,
evrensel insani değerlerle bağdaşmayan pek çok hüküm de vardır. Şahsen bunları
ben kendi içimde açıklama getiremiyorum. Ama bunları kabul etmemem ya da
açıklama getiremem bence benim Allah’a inancımdan bir şey eksiltmez. Bu hususta
önemli olan nokta bence muhakeme yeteneği geliştirebilmek ve bu hususları
sürekli sorgulamaktır. Zaten Kuran’ın bağlamlı dizini incelendiğinde en çok
tekrarlanan siyga yani fiil çekiminin ‘ve egılü’ yani ‘akıl etmez misiniz?’ olduğu
görülür (Böyle hatırlıyorum ancak tam olarak bunu teyit edemedim).
İnsanoğlunun en değerli varlık oluşunun nedeni bence zekâ değil, işte bu
muhakeme yeteneğine sahip olmasıdır. Muhakeme yeteneği sayesinde insan
kendinden yola çıkıp yaratıcıya ulaşabilmektedir. Bu konuda Kuran, peygamber,
hadis, din adamı, hacı, hoca, anne, baba, evlat ya da tasavvuftaki rind onun
için bir rehber bir yol göstericidir. O yolu yürüyecek olan yine kendisidir.
Bence insan tebliğ ya da cihat yapmak konusunda sorumlu değildir ama muhakeme
yeteneği geliştirmek bakımından yükümlüdür. Çünkü bu insanı hakiki varlığa
ulaştıracak aslı ve sağlam yoldur. Zaten tasavvufta gerçek aşk Tanrıya duyulan
aşktır. Beşerî aşk ise aşk-ı mecazi yani gerçek olmayan ancak gerçek aşka
benzeyen aşktır. Gerçek aşka giden yol bu mecaz aşktan geçmektedir. Nasıl ki
hoşlandığınız bir kadın ya da erkeğe duygularınızı aracı koymadan doğrudan
söylediğinizde onda daha olumlu bir etki bırakırsınız öyle de Tanrıya aracısız,
araya bir vasıta koymadan ulaştığınızda daha güçlü bir iletişim kurmuş
olursunuz. İşte bu noktada bireye düşen Tevfik Fikret’in ifadesiyle, hak
bellediği yola yalnız gitmektir.
Evet,
yaşadığımız bu acı süreç sonunda taban açısından iki yol vardır. Bunlardan
birincisi bireyselliği bir kenara bırakarak yalnızca toplumsal yanlarıyla insan
kalmak. Diğeri ise bireysel alanına müdahale etmeye yeltenen bu yapıya karşı
gelerek münferit bir insan olabilmek. Münferit olmak için ise bazı gerek ve
temel şartlar vardır. Bunlar ekonomik bağımsızlık, entelektüel sermaye ve kendi
tasavvufi anlayışını geliştirmektir. Ekonomik bağımsızlık için öncelikle herkes
kendine güven duymalı ve kendi ayaklarının üzerinde durabilmelidir. Aslında bu
konuda cemaat tabanı çok çeşitli avantajlara da sahiptir. Özellikle talebe
kanadında arkadaşlar binlerce insanla muhatap oldu, insan ilişkileri, insan
kaynakları yönetimi noktasında çok ciddi tecrübe biriktirdi, esnafla iş
dünyasıyla iç içe oldu. Bu hususlar normal hayatta edinilmesi imkânsız
birikimlerdir. İşte bu hususlar çok rahat pratiğe dökülüp çok ciddi iş alanları
oluşturulabilir. Hem özel sektörde hem de kamuda inanın bu niteliklerde insan
sayısı çok az. Tabandaki arkadaşlar bu yönleriyle bence büyük bir potansiyele
sahip bulunmaktadır. İkinci husus entelektüel sermayedir. Bu konu dediğimiz
gibi cemaat tabanıyla sınırlı olmayıp Türk toplumunun genel karakteristiğidir.
Sürekli okumalı, bu sayede hayatımızda, insan, din tasavvurumuzda yeni bakış
açıları kazanabiliriz. Son husus ise kendi tasavvufi anlayışımızı geliştirebilmektir.
İnsanın özü aşktır. Çünkü hilkatin gayesi aşk-ı zati yani Tanrının kendine
duyduğu aşktır. Bu yüzden insanda duygu olarak sevgi korkudan önce gelişmiştir.
Eski çağlarda insanların ölülerini evlerinde kerevitlerin (oturma yerleri)
altına gömmeleri bu durumu göstermektedir. Eski çağlarda insanlar ölümden
korkmuyor, onu korkulacak bir şey olarak görüyor bu yüzden de ölülerini
evlerinin içine gömüyorlardı. İnsan da korku duygusunun gelişmesiyle birlikte
ölüler önce ev bahçesine, sonra mahallenin bir köşesine ve yerleşim yeri dışına
en son da büyük duvarlarla çevrili uzak mezarlara gömülmüştür. Tanrı ya da
ölüme karşı duyulan bu korku neticesinde insanlar ölümü kendilerinden
uzaklaştırmak, ölüm olgusunu hatırlarından uzak tutmaya çalışmışlardır. Şüphesiz
bu yönelişin temelinde korku damarını kullanarak kendi otoritelerini tesis
etmeye çalışan din tüccarlarının da rolü büyüktür. Bu yüzden bireyler muhakeme
yeteneklerini geliştirerek korku değil sevgiyle Tanrı’ya ulaşmalı, bu yolda
başka kimsenin vasıtasına başvurmamalıdır.
-Abdulvahap
YILDIRIM
Yazarın aşağıda alıntı yaptığım cümlesi (dinde zorlama olmadığını yalanı) kesinlikle yanlıştır. Yazarın bu konuyu bilmediğini ve yanlış propagandaların etkisinde kaldığını sanıyorum. İslam dün kılıçla yayılmıştı bugün maalesef yalanla yayılıyor. Yazarın cümlesi şöyle:
YanıtlaSil....Bu konuda peygamberler bile sadece yeni nüzul olan bir dini tebliğ etmiş, bunun ötesinde insanları inanıp inanmama konusunda zorlamamıştır. Birçok kez de Tanrı tarafından bu konuda itap edilmişlerdir. Nitekim Gaşiye Suresi 22. Ayette Allah şöyle buyurmaktadır:
“Sen onları zorlamaya, onlardan zorla İslam’ı kabul taahhüdü almaya memur değilsin.” (Ahmat Varol meali).
Meali verile ayet ve benzerleri, bütün kadim ulemanın ittifakıyla neshedilmiştir. (Fgülenin bunu açıkça anlatan bir videosunu da izlemiştim) Bizzat Hz. Muhammed tarafından tüm arap müşrikler müslüman olmaya zorlanmış, olmayan ya öldürülmüş ya köle edilmiştir, Tevbe 5 teki haram aylar içinde belki bazıları arap yarımadası dışına çıkabilmiştir. Haram aylar çıktıktan sonra ''onları gördüğünüz yerde öldürün'' ayeti geçerli olmuştur. İnanmayan İbni kesir tefsirine veya herhangi bir eski tarih veya tefsir kitabına bakabilir.
Arap müşriklerin ehli kitap gibi cizye verip dinlerinde kalma şansı olmamıştır. Ehli kitaba da eşit vatandaşlık verimemiş, kuranın ifadesiyle ''alçak'' şekilde cizye yani ceza vermeleri istenmiş ve hep horlanıp ezilmişlerdir, dinleri yüzünden açık başkı görmüşler birçoğu ağır cizye vergisinden kurtulmak için müslüman olmayı seçmiştir.
Bunu çok araştırdım ve gerçeğin hep saklandığını gördüm. Arap olmayan müşrikler de yer yer ''ya kuran ya ölüm'' şeklinde zorlamıştır. 4 mezhepten Hanefiler dışındakilere göre arap müşrikler dışındaki müşrikler de (türkler hintliler gibi) cizyesiz müslümanlığa zorlanırlar (malikiler hakkında tam emin değilim).
Yani dinde zorlama baştan itibaren hem de Hz Muhammed tarafından uygulanmış ve açık bir şekilde kuran ayetleri hem birbiriyle hem de sünnetle çelişmiştir.
''Zorlama'' psikolojisi islam düşüncesinde o kadar yaygındır ki, bugün bile yaşadığımız birçok uygulamanın ve zorlamaların altında bu bilinçaltı vardır.
Başlardan iyi gidiyordun muhterem,ama sonradan iyice saçmaladın..
YanıtlaSilMerhaba. Öncelikle ben zaten kafamın almadığı kabul edemeyeceğim hususlar olduğunu beyan etmiştim. Bu hususları elbette her inanan kendince sorguluyordur sorgulamalıdır da. Ama benim de itirazım şu noktada: Diyelim bir sistemi yıktık yerine ne koyacağız? F.Gülen için de aynı durum. Evet bence bu yapı insanların beklentilerinden uzak sadece bir ütopyada teorik karşılığı olabilecek kısaca fos çıkan bir oluşum oldu sadece. Peki bunun yerine ne koyacak bu insanlar? İşte, münferit olmak belki bir alternatif bilmiyorum. Yani eleştirede denge belki bilmiyorum tamamen yakıp yıkmak çok makul gelmiyor bana. İkinci bir husus yine mantık sınırları içerisinde kalarak düşünürsek madem bu kadar bu kadar zorba bir dindi (!) milyarlarca insan nasıl buna inandı? Bu kadar insanı binlerce yıldır hangi zorba bir sistem/inanç/öğreti motive edebilir ya da bu kadar kök salabilir? İnsanı zorla baskıyla inanmadığı inanmak istmediği birşeye zorlayabilir misiniz?
YanıtlaSilevet koca bir fos
Silornekleri kendinden bir hareket.
Sildunyanin dort bir tarafina fedakar insanlari gonderip, devletin icine soru calarak giren indsanlara ahlaksizliklar yaptirip. bu fedakar insanlarin guzellikleri ile once yapilan pisligi ortmeye calismak sonra bu guzel insanlari canavara yem olarak atma ornegi sadece F Gulen ve avanelerine nasip olmus. Ornegi kendinden bir davranis olsa gerek.
bu konuda ben bir yazi yazma geregi duyuyorum. belki yazarim
...''Diyelim ki sistemi yıktık yerine ne koyacağız'' diye soruyorsunuz.
SilCemaati iyi biliyorsanız Gülen için bu sorunun cevabının açık olduğunu da biliyorsunuzdur. Cemaat, toplumsal hedefini ''iman, hayat, şeriyat'' diye özetler.
Toplumda önce iman yerleştirilecek, hayatın tüm alanlarına girilecek, sonra şeriat gelecek. Cemaatin şeriat anlayışı da geleneksel bir anlayıştır. Arap ihavanı müslümin anlayışından veya eski osmanlı şeriat anlayışından başka birşey beklemeyin.
Fetullah Gülen yok hocam bunu unutmak lazım artık. Bence bu adamın en kabul edlemez tarafı korkaklıktır. Bunu hala anlayamıyorum. Sen milyonlarca insanı etkilemiş peşinden sürüklemişsin. Kitle önderi bir adam olarak ölümden hücreden hapisten korkmak en büyük kusur bu bence. Hani insanları kandırmışsın işte dini sömürmüşsün vb. bunlar ayrı mesele. Ortalama bir tabandan insan ble şu an Fetullah'ın ömür boyu yattığı hapisten daha fazla içerde yattı ya da maddi manevi sıkıntı yaşadı. Sadece tek başın bu bile çok ciddi bir mesele. Şİmdi gelelim yerine ne koyacağız meselesine. Adamı düşünün bilmem kaç yıldır bu yapıda görev kalmış ömrünün kaç yılı bu yapıda geçmiş. Ya ben bu yapıdan kurumlarda çalışıp emekli olan bile biliyorum. Şİmdi bu adam yılların alışkanlığından bir çırpıda vazgeçmek insan fıtrarına ters. Bir geçiş dönemi olacak ve yerine ne koyacak bu adam. İşte benim dediğim bir tercih bu münferit olma meselesiydi. Yoksa Allah belasını versin Fetullah'ın. Ama bunu küfretmekle iş bitmiyor. Sonuçta hayat devam ediyo ve bunun da imarı gerek. Kastettiğim mesele tamamen bu. Bu İslam için de geçerli. Diyelim zorba baskıcı zorla insanları inanmaya zorladı. Peki bu bugün 1,5 milyar insanın neden mslüman olduğunu açıklıyor mu? Bugün insanlar zorla mı müslüman yapıldı ya da korktuklarından mı inanmadıkları halde müslümanız diyorlar? İslamı toptan reddettik yerine ne koyacağız? Bu çok makul mü bilmiyorum.
SilCahil Bir nesli zorla bir dine sokun, bir iki nesil sonra hepsi gönülden inananlar olurlar ve dinlrini de süslerler. İslamı veya bir dini rededemeyiz. Dinler hep olacaktır, insanın hayatı anlamlandırmaya ihtiyacı vardır.
SilFakat bu inançları herkese dayatan, baskı ve sindirme aracı yapanlara karşı akıl, vicdan ve bilgi ile mücadele etmek gerekir. İslam siyasi olarak kullanılmaya ve grupları mobilize etmeye çok elverişlidir. İslamı kaldırmak değil de, aklı başında müslümanları özgürlükçü ve barışçı bir müslümanlığa ikna etmek gerekir. Bu artık daha kolay aslında. Günümüz sosyolojisi eski cihatçı ve herkesi düşman gören islam anlayışının yaşaması için müsait değil.
Kabul edelim ya da etmeyelim ilahi dinler gerçekten dünyada müntesip sayısı bakımından ilk sıralarda. Yani özü vahye dayanan dinler kısaca. Diğerlerş de özünde iyi olmak nihayi amacı olan öğretiler. Bu konunun uzmanı değilim bilimsel bir çerçeve çizmem mümkün değil sadece birey olark düşüncelerimi söylüyorum. Dediğim gibi şahsen ben bu husuları kabul etmiyorum reddediyorum ama tamamen reddetmek de şahsen beni tatmin etmiyor. Ve şunu da düşünmek gerek. Her türlü sosyal olgu da insanın etkisini de gözardı etmemek lazım. Peygamberlerin de dine bir takım yanlş uygulamalar soktukları da belki vakidir. Mesela benim en çk takıldığım Hz.Musa'nın Kıptiyi öldürmesidir. Bir peygamber nasıl adam öldürür? Ama bence peygamberi de çok takılmaya gerek yok o da bir insan. Yani çok gözümüzde abatmamalıyız bence. Ben de onun bir kuluyum bu yüzden kulluk özgüvenim de yüksek. Bu peygamberi ya da o müesseseyi tahkir etmek anlamına gelmiyo sadece gereğinden fazla abartmamak demek. Sonra abartınca noluyor insanüstü bir tasavur geliştiriyoruz ona karşı. Sonra da Fetullah Gülen gibileri onun temsilci diye yere göğe sığdıramıyoruz akla hayale gelmez saçmalıklar çıkıyo bunun sonucunda ortaya.
YanıtlaSilHa Tanrı mükemmel mi? Bu da bir soru işareti. Hani John Milton demiş ya 'Cehenneme gidebilirim ama böyle bir Tanrıya asla saygı duymam.' diye. Bu söz Gagarin'in 'Burada bir Tanrı falan göremiyorum.' sözü kadar çarpıcı bence. Yani içimden senin işin gücün insanları cehennemde yakmak mı diyorum bazen. Bunlar dine sokulmuş çarpıtılmış yanlış uygulama ya da hükümler mi ya da dinin özü mü bu inanın ben de bilmiyorum. Bence bunu da her birey kendisi iç dünyasında muhasebe edip kararını vermeli. Peşin bir hüküm kesinlikle çok yanıltıcı olabilir. Ama dediğim gibi toptan reddettik sonuç ne? Beni annemle babam mı yarattı yani? Beni kim niye yarattı? Öldükten sonra bana ne olacak? Bu sorulara cevap inançsızlıksa bu beni tatmin etmiyor işte. O yüzden belki de ben bu sorularıma en çok İslam'da cevap bulduğum için onda ısrar ediyorum bilmiyorum. Selametle. Son 3 yorum bana aittir. Abdulvahap YILDIRIM
YanıtlaSilinsanın içinde inanmak yoksa ebu cehil gibi her şeyi görürsede yine inanmaz uzaya çıkmayla görülmez kainatın sonuna gitsede aynısını der
Silallaha şükür ben inanıyorum
Tanrı mükemmel mi diye soruyorsunuz. Tanrı kavramı içinde büyüdüğümüz toplum ve çevre ile şekillenir. Mesela İbrahimi dinlerin tanrısı tek ve insan gibidir. Öfkelenir, cezalandırır, memnun olur vs. İnananlar tanrıdan korkar. Hint dinlerinde ise daha sevecendir, inananları tanrıya aşık olur. Bizdeki tasavvuf hintlilerden çok etkilenmiştir.
SilAçıkça Tanrı islamın, ehli sünnetin veya herhangi bir dinin kalıplarına sığmayacak kadar büyüktür, büyük olmalıdır, kendinizi islamın veya başka dinlerin tanrı tasavvuruyla sınırlamayın.
Tanrıya inanan insan işin öteki yönünü de düşünmeli;
Sil'' Tanrı insanı yarattı, ve insan da tanrısını yarattı.''